Hindistan, Pakistan ve Bangladeş gibi ülkelerde yollar rikşa ve tuktukların tahakkümü altında.
Yıl 1921...
Cihan Harbi’ni müteakip Hiroşimalı iş adamı Shinpachi Umizuka iflasın eşiğindeki Ticaret Odasını eski faal günlerine döndürmeye çabalar. Şehrin müteşebbislerini toplar “Arkadaşlar böyleyken böyle” der ve tesirli bir nutuk atar. O gün “Toyo Cork Kogyo” şirketini kurarlar. Umumiyetle mekanikçidirler, ucundan kenarından imalata hazırlanırlar.
Bir süre sonra şirketin yönetimine gelen Jujiro Matsuda “Bir motosikletin nasıl yapıldığını biliyoruz” der, “Bir de kutu takalım, vatandaşı kamyonlandıralım!”
Basitten başlar, gider DKW’den üçtekerli iş bisikleti alırlar, İngiliz motor ve Alman şanzımanla donatırlar. Bu şirin kargo motorunun adını “Mazda Go” koyarlar.
Alet pratiktir, kıvraktır, hızlıdır kendi çapında. Sağlamdır da, yarım ton yüke aldırmaz. Üç ileri bir geri vitesi ile nefes aldırır küçük esnafa.
Bunları Mitsubishi bayileri aracılığıyla satar, hem yurt içi, hem de yurt dışında müşteri tutarlar.
Fabrika kuytudadır, Hiroşima atom bombası ile vurulduğunda pek hasar almaz, muvakkaten hastane olur hatta.
Elemanlardan 200’ü saldırıda ölse de Mazda yaşar. Savaş sonrası “K 360” modeli ile tekrar düşer yollara. Bu bildiğiniz triportördür, işten yükten korkmaz.
Çok tutulur, Dahiatsu da bigâne kalmaz “Migdet” (Cüce) ile girer topa, Endonezyalılar ise şirin, sevimli “Bemo” üretimine başlar.
1950’de piyasaya sunulan Mazda T2000’ler ise 2 bin cc 81 BG’lik motoru ile 2 ton yükü ezilmeden taşır, dengesi ve frenleri güven verir, direksiyon simidi ve kıvrak manevrası ile öne çıkar. Şık kabini, kafalıklı koltukları, ısıtma ve havalandırma tertibatı ile otomobilleri aratmaz.
Titremeden inlemeden 60 mil (96,5 km/sa.) sürat yapar, fiyatı günümüz parası ile 2.300 dolar.
Peki niye üçteker?
Çünkü kamyon gibi kullanıp bisiklet gibi gösterme şansınız vardır. Tabi olduğu vergi dilimi yokla var arasında.
Müşteri memnuniyeti yüksek olsa da Mazda 1974’te imalatı durdurur ve dört tekere geçer ani bir kararla.
Tercihini dizel minibüsler, panelvanlar, lüks otomobiller ve konforlu otobüslerden yana yapar.
Bir de RX serisi tabii. Almanların oturtamadığı Wankel motoru spor serilerde kullanacak, yeni bir çığır açacaklardır otomobil dünyasında.
Nitekim RX8’e kadar 8 model çıkar. Dönen rotorlu motorlar akla ziyandır, 800 cc’lik alamet 400 beygir güç yakalar, roket gibi kalkar.
Neyse... Mazda bıraktı diye Asya’da üçtekere olan alaka azalmaz. Boşluğu Hintlilerle, Çinliler doldururlar. Ancak yaptıkları triportörler kırık döküktür, gürültülüdür; iki zamanlı motorlar yağ yakar, pis kokar.
O yıllarda Avrupalı motosikletçiler de triportör peşinde koşar, yetmişlerin çocukları hatırlar, sucular, tüpçüler, patatizsuvancılar motorize olurlar. At arabalarını elden çıkarır ya sepetli bi IZH (Sovyet motoru) bakar ya da Moto Guzzi, Piaggio ve Lambretta alırlar.
O ara İtalyan Lambro, Arçelik markasıyla hayli triportör yollar. ‘Koç’lar önemli bir kısmını DMO’ya (Devlet Malzeme Ofisi) satar. Bazı belediyeler dar sokaklarda çöp toplar, PTT sarı bücürlerle dağıtıma başlar.
Ferdinando Innocenti eski bir faşisttir, İtalyan ordusundan aldığı siparişlerle semirir harp yıllarında. Oğlu Luigi ise otomobile hasta, Mini Austin, BMC ve Morris ile çıkar sahaya.
Ancak bize çaktığı tuktuklar tutukluk yapar. Geri vites ve ön freni yoktur. Oysa motorculukta ilk öğretlen cümle şudur: Arka fren yavaşlatır, ön fren durdurur.
Ucuz olsun diye tek far takar, direksiyonla uğraşmaz, gidonla savarlar. Motor sadece üç mobilet gücündedir (150 cc), yokuşlarda ağlar, ha bire duman atar. Çok sarsar, gevşek basar, devrilmek gibi bi huyu vardır ayrıca.
Hâlbuki Mazda’nın yarım asır evvel yaptığı tuk tuklar gücünü 500 cc’lik motordan alır, dengeli gövdeleri, güvenli frenleri ve geri vitesleri ile piyasanın gözdesi olurlar.
Noksan, kusur elbette olur, zamanla yerine konur. Keşke biz de imalatı düşünüp yerli oranını yükseltmeye çalışsaydık o sıra.
Çünkü motosiklet motoru stratejik bir üründür, silahlı kuvvetlerin de işine yarar, zincirli desterelerde, ağaç silkemede, teknelerde ve şekilde görüldügü gibi küçük nakil vasıtalarında. İran bazı SİHA’ları onlarla uçurur mesela.
1971’de Lambretta batar. Eh ortaklık dediğin de öküz ölünceye kadar. The end, tatsız biten bi’ macera...
Hâlbuki aynı yıllarda Piaggio ile yola çıkan Hindli Bajaj bir dünya devi olur. Şu an yılda 2,2 milyon motosiklet ve 750 bin tuktuk üretiyor, yeryüzünün ilk altı firması arasında.
Sadece Bajaj değil, Hero, TVS, Royal Enfield ve Honda Activa da çok satıyor yurdumuzda.
Başbakan Modi; Rum’la, Ermeni’yle bir araya gelip Türk düşmanlığı yapıyor o başka...
Bilahare onlarca Asyalı marka düşer yollara. Şehir trafiğini ele geçirirler, yüzlercesini görürsünüz yollarda.
Hindistan Pakistan, Afganistan ve Bangladeş’in ara sokaklarında tamirciler sıralanır, nakliyeciler tuktuklarını, tuktukçulara, tuktuklatırlar.
Sri Lanka’da günlük de kiralayabilir, kendiniz kullanabilirsiniz icabında.
Tuktukların yolları ele geçirdiği ülkelerden biri de Tayland. Ancak sürücüleri namlı mimli, hâl ve gidiş notları çok fena.
Bunlardan bazıları turistleri müze, sahil, park bahçe gezdirmek üzere alıyor ve randevuevine iteliyor nasıl oluyorsa. Ya da ıvır zıvır satan muzır dükkânlardan birine bırakıp kayboluyor, saatleriniz geçiyor boşa.
Oteller, cafeler ve lokantaların alayı anlaşmalı. Tuktukçu getirdiği müşteri başına prim alıyor. Bindirirken “5 dolar verin kâfi” diyen nahif amca, indirirken “Evet, adam başı 5 dolar beyler” deyip arıza çıkarıyor. Sesini yükseliyor, tehdit ediyor, bıçak gösteriyor hatta.
Böyle ülkelerde polise gidilir mi?
Bence “I ıh”, bir de onlar çarpar, üzülürsün sonra.
Bağdat, Kahire ve Beyrut’ta da tuktuklar artışta. N’apsın insanlar fukara, keyiflerinden binmiyorlar sonunda.
Yeni Delhi’de yüzlerce tuktukun müşteri beklediği arenaya girmiş ve sormuştuk: Bahtiyar Kaki hazretlerini bilen var mı acaba?
Biri öne çıkıp “Buyurun götüreyim” demiş ve makul bir fiyat söylemişti.
Yakın mı, uzak mı muamma, hiçbir fikrimiz yok Delhi hakkında. Amaaan böyle yerlerde paranın gittiğine değil işinin bittiğine bakacaksın, keseye dokunan bir meblağ değil sonunda.
Bayağı da mesafe varmış, şehir turu yaptık âdeta. Tuktukçu Hindu asıllı olmasına rağmen Bahtiyar Kâki ve Emîr Hüsrev Dehlevi (Urducanın mimarı) hazretlerine büyük muhabbet besliyordu; bilge kişi, edip, şair vs. diye methetti heyecanla. Mezarlarına gül serpti hatta.
Sabırla bekledi, geri getirdi, aldığı noktaya bıraktı sonunda.
Ben tuktuku sevdim evet gürültülü ve hantal ama her deliğe girip çıkıyor, dar sokaklardan incelip geçiyor âdeta. Park gibi bir derdi yok, sıkışıveriyor aralara. Camı çerçevesi olmadığı için röfleden kurtuluyor şakır şakır resim çekebiliyorsunuz rahatlıkla. Diyelim düğün konvoyu ile karşılaştınız. Sağdan kaçırdın, geç sola, tutturamadın dön arkaya.
Farkında mısınız, şimdi elektrikliler de çoğaldı. Kâğıt toplayanlarda rastlıyorum, sessizce uzuyorlar, ne duman, ne şamata.
İrfan Özfatura’nın önceki yazıları…