Türk devletlerinin kuruluş potansiyellerinde hep doğudan esen kuvvetli rüzgârları görürüz.
Ötüken Ormanlarının bereketli rüzgârlarıyla Asya içlerinden kuzeye, güneye, doğuya ve batıya yayılan Göktürk, Uygur, Müslüman Karahanlı, Harezm, Gazne, Selçuklu ve Osmanlı devletleri hep doğunun hayat veren rüzgârlarıyla kurulmuştur. Onlar Anadolu’nun doğusuna, bilâhare batısına, sonra Rumeli’ye, devâmında Avrupa içlerine kadar iten kuvvet hep bu doğudan esen rüzgârdı.
Âdetullâh olarak güneş doğudan doğuyor batıdan batıyor. Hayat doğudan başlıyor, hayâtiyet, beşeriyet doğu ile alâkalı olarak varlıklarını sürdürüyor.
İslâm güneşi de Orta Doğu’dan nûrunu dünyâya yaydı. Bu ölmüş ruhların ve bedenlerin dünyevî ba’si idi (dirilmesi).
Asya bozkırlarını hallaç pamuğu gibi atan, sınır tanımayan dünyânın en cengâver kavmi olan Türkler, İslâmiyetle tanışınca var olan haslet ve şecâatlerine yeni boyutlar kazandırdılar ve yeni mecrâlar açtılar.
“Daha çok toprak” sloganı, daha çok adâlet ve daha çok refâh, daha çok ser-nigûn (baş aşağıya gelmiş) tâc ü taht yerine Allâh’a baş eğen topluluklar, yakılan yıkılan harâb olan beldeler yerine mâmûreler, güzîde beldeler kuruluyor, Batı ve kilise zulmünü yaşamış topluluklar, İslâmiyetin eşsiz müsâmaha dîni olduğunu görüp şahsî ve ticârî hürriyetlerinin havasının teneffüs ettikçe ağır kilise baskısına rağmen gayr-i müslim olsalar da İslâm adâletine sığınıyorlardı.
İslâmiyetin bu yayılışı, elbette mezhepleri farklı olsa da bütün Hristiyanları korkutuyordu. Bunun bir büyük göstergesi Türklerin ana topraklarında, Rus Çarlıklarından geldi.
Doğu ile Batı’nın tahterevallisi gibi olan Rusya, Bizans’ın Ortodoks kuması olarak, Osmanlının kökleri Asya Türklerine hep zulmetmiştir. Bir eliyle Doğu’ya selâm çakan Rusya, bir eliyle de Batı’ya hep reverans yapmıştır. Rusya’nın Türklere ve Kafkas kavimlerine düşman olmasının altında millî şuurlanmanın temellerinin atılışı, uyanış veyâ kolonizatör derviş hareketleri diye bilinen Nakşiyye mürîdânının ve İmam Şâmil hareketini doğuşu, sonunda târîhin kaydettiği en gelişmiş ve teşekküllü dînî siyâsî hareketini meydâna getirmiş, bunun sonucunda Çarlık Rusya kendisini büyük bir sıkıntıya sokmuştur.
BÜYÜK FİTNE: VEHHÂBÎLİK
İslâmiyet artık yayılmış ve Sancak-ı şerîf onun büyük hâmisi Türklerin eline geçmişti. Batı bu yayılışı gerek sınır olarak gerekse İslâmî prestij olarak durduramayınca, onu içten yıkma formüllerine yöneldi. İslâmiyetin en büyük düşmanı olan İngilizler, İslâm’ı kalbinden vurmak için onun merkezine yöneldiler. Hedef belliydi: Parola, asla dönüştü ve çok da câzipti. Evvelâ Kur’ân ve sünnet dediler. Sonra sâde Kur’ân demeye başladılar. İlk Müslümanların yollarını tâkip ettiklerini söylüyorlardı ve kendilerine bu yüzden “selefî” diyorlardı. Asr-ı saâdet döneminde bâzı konuların zamânın gereği olarak yasaklanmış olan fakat sonra İslâm ulemâsı tarafından cevâz verilen birçok hareketi yasaklıyorlardı. Bu meyânda kabir ziyâretlerini, şefâati, velâyeti, tasavvufu, mezhepleri reddediyorlar ama buna rağmen bölgenin en yaygın mezhebi olan Hanbeliyye’ye sâhip çıkar gibi görünüp bâzı fiillerini bu mübârek mezhebe dayandırıyor, hattizâtında bu mezheple de alâkaları olmadığını ilân etmeseler de bu gerçeği de saklamaya çalışmıyorlardı. Vehhâbîler Osmanlıyı şirkin kaynağı olarak görüyorlardı. Hılâfet’i tanımadıkları gibi Osmanlı Hılâfeti’ne açıkça düşmanlık besliyorlardı.
Hele II. Abdülhamîd’in Hılâfet’in beyne’l-İslâm (İslâm devletleri arası) kudretini tekrâr diriltme hareketleri sonrası bu sefer düşmanlık rotasını doğrudan ona çevirdiler.
Vehhâbîler sâde itikâdî konulara değil, İslâmî bütün hassâsiyetlere, güzelliklere kısaca estetiğe de karşıydılar. Bunlar estet düşünceden mahrum, kent soylu olmayan, bedevî, çadır ehli insanlar gibi düşünüyorlardı.
1806’da bunlar Mekke ve Medîne’yi işgâl ettikleri zaman başta azîz Peygamber’imizin kabr-i şerîfleri olmak üzere bütün İslâm büyüklerinin mezarlarını tezyînatlı oldukları gerekçesiyle tahrîp ettiler. Bir gayr-müslim millet burayı fethetseydi onların bile yapamayacakları ve çekinecekleri mel’anetleri Vehhâbîler icrâ ettiler.
Bu tâife sonra Güney Irâk’a saldırarak yerleşik halkın İslâm’ın yasaklamadığı tezyînâtı bahâne edip bid’at yollu suçlayarak oraları talan ettiler. Âdette bid’atleri i’tikâdî gibi addedip fitnenin dozunu artırdılar. Cennetü’l-bakî’deki ve Cennetü’l-muallâ’daki mezarları düz bir toprak zemin hâline getirip meçhul yığınlara döndürdüler.
Vehhâbîlik İslâm’ın kalbi olan Haremeyn-i muhteremeyn’i (Mekke ve Medîne) tahrîb edip Hılâfet’i de yok sayınca Osmanlı bu fitneyi kesinlikle bastırmayı karar kıldı.
Bu arada Müslüman Asya toplulukları da bu durumdan şikâyetçi idi; bu hâle Osmanlının müdâhale etmesini istiyorlardı. Nihâyet 1811’de Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın yedi yıl süren ve sonuç alınamayan savaş sonrasında oğlu İbrâhim Paşa, Abdullah bin Su’ûd’u ve dört oğlunu yakalayıp mahkemeye sevk etti. Burada iki noktaya dikkat çekmek istiyorum: Birincisi çöl bedevîlerinin isyân hareketinin Osmanlı tarafından bile 7 sene bastırılamaması; ikincisi, bütün şekâvet ve isyânlarına rağmen bu sergerdelerin mahkemeye çıkarılmadan mahkûm edilmemeleri idi.
Bu savaş uzun sürdü; sebebi ise hem asabiyyet-i millîye (Arap ırkçılığı) ve hem de dînî hassâsiyetleri ön plâna çıkarmaları idi. Sorgulamaların esas amacı el koydukları ve hem karşı oldukları hem de prestij için kullandıkları Mukaddes Emânetlerin yerinin öğrenilmesiydi.
Mahkeme sonunda Abdullâh îdâm edildi, çocukları çeşitli cezâlara çarptırıldılar.
Bu Vehhâbî işgâli sırasında Rumeli Kazaskeri Tatarcık Abdullâh Efendi, Hac farîzasının bu dönemde “gayr-i vâciptir” (şartlar yerine gelmediği için gerekli olmadığı) fetvâsını verdi.
Bu olaylar sonrasında Hac seferleri tekrar başlamış ve bütün memâlik-i Osmâniyye’de üç gün şenlikler yapılmıştır. Bunu Ahmed Cevdet Paşa bildirmiştir.
Osmanlılar Vehhâbî’ye neden bu kadar tepki duydu ve onlarla bir devlet savaşına girdiler?
İslâmiyette sıkıştırılmış, enterne edilmiş, geniş İslâm toplumu tarafından benimsenmeyen görüş ve davranışlara yer yoktur. İslâmiyetin bu sosyal gelişmişliği mâlûm-ı âlemdir (dünyânın bildiği) ve İslâm kabîleciliğe dayalı ve merkezî otoriteden kopuk teşekkül ettirilmiş bütün siyâsî yapılanmalara karşıdır.
Hazret-i Peygamber Efendimizin ilk yönetim devrelerinde kabîle federasyonları yapısında bir devlet kurulmakla berâber, siyâsî erki zayıflatan hiçbir olaya müsâmaha edilmemiştir. Gerek mâlî gerek siyâsî gerekse askerî yönden otorite tam sağlanmasaydı İslâm devleti teşekkül etmez, etse bile uzun ömürlü olmazdı. Gerçi Allâhü te’âlânın murâdı, Efendimiz’in adını ve İslâmiyet’i ilâ yevmi’l-kıyâme (kıyâmete kadar) kâim eylemekti. Diğer olaylar esbâba tevessül, yâni dünyevî sebeplere sarılmaktır ve gereklidir.
İSLÂMİYET VE ESTETİZM
Bedevî çadır kültürü gittikçe gelişen ve en gelişmiş topluluklara hükmeden İslâmiyete artık yabancıydı.
Vehhâbiyyûn, gözün gönlün hoşlandığı ve İslâm’ın câiz gördüğü şeylere de karşı çıkıyordu. Onlarda özellikle gelişen Osmanlı düşmanlığı o raddeye vardı ki onların yaptığı her şeye yasak getiriyorlardı.
İslâmiyet’in mefâhirinden (övüneleceği şeyler) Süleymâniye Câmii mihrâbının iki yanındaki pencereler üzerinde yer alan çini madalyonlarda Fetih sûresi, câmiin ana kubbesi üzerinde de Nûr sûre-i celîlesi yazılıdır ve hattâtı Hasan Çelebî’dir.
Bu mübârek yapının dört minâresi dört Râşid Halîfe’ye ve Kanûnî’nin dördüncü pâdişâh olmasına işâret eder.
Bu ve benzeri mescit ve câmiler Müslümanları içine girmeleriyle rûhânî bir hava ile ihâta eder ve ibâdetlerinin huşû ve hudûu’nu artırır.
Elbette ibâdet sırasında gözü secde mahallinden ayırmaya sebep olan aşırı tezyînât tenkîd edilebilir, ama unutulmaması gereken bu eserlerin yapılması sırasında Müftiü’s-sekaleynler (insanlara ve cinlere fetvâ veren) Ebussuûd Efendi, Zembilli Ali Cemâli Efendi, Paşazâde İbni Kemâller gibi Şeyhulislâmlar ve nice kâdıyü’l-kuzât yetişmiştir ve bunlar şer’a muhâlif olan yerde Halîfe-yi rûy-i zemîni bile dinlemeyen fakîhlerdi.
Osmanlı sultanları hiçbir günâhı irtikâb etmemiştir.
Kur’ân-ı kerîmin güzel hat ile yazılması, meselâ bir Hâfız Osman hattı ile Mushaf-ı şerîf, Sultan Ahmet ve Rüstem Paşa câmi’i çinileri, üçüncü Ahmed Çeşmesi, Üsküdar Meydan Çeşmesi, câmi duvar tezyînâtı, mihrâbın sağ ve sol yanına Rabb’imizn ve onun sevgili Habîbi’nin güzel hatları, buna ilâveten diğer hatlarla Müslümanların göz sürmeleri gibi olan sevgili Dört büyük Halîfe’nin adları… Nevâle-i Peygamberiyye olan Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyn Efendilerimizi bu duvarlarda gören Müslümanların gözleri nurlanır, kalbleri inşirâh bulur. Câmiler, çeşmeler türbeler, sebiller hatta câmi duvarlarına yapışık kuş yuvalarındaki zarâfet, Osmanlı’nın sâde savaşan bir kavim değil hassâs ve rakîk bir kalbe de sâhip olduklarını gösteriyordu. Câmi vitraylarından mekâna süzülen ışık huzmeleri mü’minlerin ufuklarına cennet-misâl bir hayâl ilkâ ediyordu.
Türbeler evliyâ-yı kirâmın istirâhat-gâhı olup onlara lâyık yapılar, haşyeti hatırlatan mekânlardır ve girişlerine “Edeble gelen lütufla gider” yazısı 1500 yıllık bir medeniyetin Osmanlı’da nasıl tezâhür ettiğinin gösterir.
Bu hassâsiyet, odasında asılı Kur’ân-ı kerîme hürmeten sabâha kadar ayakta ihtirâmla duran atalarımızın kurduğu mübârek bir devletin doğmasını sağlamıştır. Osmanlı Türkleri Allâh’ın ve Resûlünün her buyruğuna ale’re’si vel ayn (baş göz üstüne) diyerek uydular.
Bir devlet varsa o devletin husûsî bir san’at anlayışının ve estetizminin olması da şarttır.
ÖNÜ KESİLMEYE ÇALIŞILAN MÜKEMMELİK
İslâmiyet Osmanlı eliyle Avrupa’yı aydınlatmaya başlayınca bu dînin kalbi olan Haremeyn’e (Mekke ve Medîne) el attılar ve bu dîni yerinde boğmaya çalıştılar.
Hazret-i Peygamber’imizin kabr-i şerîfinde duâyı yasakladılar; duâ edenlerin kırbaçlanarak yalnız Ka’be’ye dönmeleri istendi. Onun kabrine karşı edebin büyük misâli şöyle vukuû’ buldu: Dîvân şâiri Nâbî (1642-1712) kâfileyle Medîne-yi münevvereye yaklaştığında verilen molada bir paşanın ayaklarını Merkad-i şerîf’e doğru uzattığını görünce, irticâlen şu beyitleri tekellüm etmiştir:
“Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâdır bu /// Nazargâh-ı ilâhîdir makâm-ı Mustafâ’dır bu. ///……. Mürâat-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha /// Metâf-ı kudsiyândır bûsegâh-ı evliyâdır bu.”
(Aman edebi terk etme, burası Allâh’ın sevgilisinin civârıdır; Allâh’ın nazar ettiği yerdir (aynı kalb gibi). Ey Nâbî şartlara riâyet ederek gir buraya; zîrâ burası meleklerin ve kutsal ruhların tavâf ettiği ve peygamberlerin edeple öptüğü bir yerdir.)
İşin garîbi bu ki sabâh namâzına yakın Mescid-i Nebevî’ye yaklaştıklarında Mescid’in minâresinde bu beyitler okunmaktadır. Çünkü müezzine, Efendimiz bu şiiri okumasını ona rü’yâsında söylemiş ve ayrıca Nâbî’ye olan muhabbetini de bildirmiştir.
Ecdâdımız, dînimizin ruhsatlarından faydalanmış ve Efendimiz’in “Kolaylaştırın güçleştirmeyi, müjdeleyin korkutmayın” tavsiyesine uymuştur. Bu yüzden Müslüman Türk atalarımız ne Vehhâbîlere ne de Kadîzâdelere i’tibâr etmiştir.
1918’de Osmanlı’nın yıkılmasından sonra 1924’te Vehhâbî Abdülazîz, Şerif Hüseyin’i yenerek Mekke ve Medîne’yi tekrar ele geçirdi. Şerîf Hüseyin’e Osmanlıya karşı yardım eden İngilizler bu sefer de onun yenilgisini hazırladılar. Aslında Şerîf Hüseyin Mekke ve Medîne’yi Vehhâbî tasallutundan kurtarmak istiyordu ama İngiliz fitnesini erken kavrayamadı. (Kısmen faydalanılan kaynak, İslâm’ın Siyasallaşması Kemal H. Karpat, 3. Baskı 2009 İstanbul, Bilgi İletişim Yayınları)
“RÖNESANS’I İSLÂMİYET’E BORÇLUYUZ”R.V. C BODLEY
1789’daki Büyük Fransız İnkılâbı akabinde, Fransız İhtilâl Komitesi İnsan Haklarına âit beyannâmeyi incelemiş fakat aradıklarını bulamamışlardır. Bu kere İslâm hukûkunu incelemişler, aradıkları her şeyin tamâmını burada bulmuşlardır. 17 maddeden ibâret bu “Hukûk-ı beşer”i inceleyen heyet arasında bulunan General Le Fayet, İslâm hukûkundaki bu zenginliği ve hürriyeti görünce bu dini yayan Yüce Peygamber’e karşı hayret ve takdîrini gizleyemeyerek “Ey şanlı Arap, aşk olsun sana! Adâletin ta kendisini bulmuşsun” diye haykırdığını Batı kaynakları haber veriyor. (“Ah, illuste Arabe! Golire a toi. Tu As Trouvé La Justice” den naklen Hukûk-ı Siyâsiyye-i Osmâniyye Sait Bey s. 44, İslâm Kültürünün Garbı Medenîleştirmesi, Ahmet Gürkan, Akçağ Yayınları 1969, s. 325)
Kısaca böyle bir dîne böyle asîl bir mîrâsa sâhip olduktan, sonra bu millet Ehl-i sünnet dışında hiçbir akıma inanmaz ve bâtıl Batı’nın uydusu olmayı hiç ama hiç kabûl etmez.