"Dut yemiş bülbüle döndün bir şey demeyecek misin?"

A -
A +

Yüce kitabımızda; Enbiya sûresi, otuz beşinci âyetinde meâlen buyuruluyor ki: “Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz bize döndürüleceksiniz…” Herkes çok iyi biliyor ki her insan ölecektir. Ölümden kurtuluş yoktur.

 

Bizi yoktan var eden, her an varlıkta durduran Yaradanına kafa tutamazsın! İslâmiyet’i ayakta tuttuğun kadar, Allahü teâlâya kul olduğun kadar İNSANSIN. Unutma Jale Hanım: Allah’a kulluk edemiyorsan sen koskoca bir sıfırsın!..

 

- !!!

 

- Dut yemiş bülbüle döndün! Hiçbir şey demeyecek misin Jale Hanım?

 

- Keşke dut yeseydim! O kadar ağır taş yedim konuşacak mecal mi kaldı? Yani fena haşladın beni, şimdi berabere sayılırız! Üçüncü raundu kaybedeceksin, hem de nakavt olarak! Hele bir kitap bitsin görürsün!

 

- Öyle bir yarış kazanma, üstün gelme, egolarımı tatmin etme, başkalarına haddini bildirme gibi derdim yok! Bunu iyice bil Jaleciğim! Dinim buna müsaade etmez! Sen konuşturdun beni! İpe sapa gelmez havalara girince bildiklerimi söyledim. Son sözüm yine Kur’ân-ı kerimden, Cuma sûresi, sekizinci âyet-i kerimesinin manası olsun: “Kendisinden kaçtığınız ölüme mutlaka yakalanacaksınız…” Ne yaparsan yap ölüm var! Ondan kaçış kurtuluş yok! Mutlaka hesap günü gelecek! Her şey iki dudağın arasında; ya îmân ya küfür, tercih sana kalmış!..

 

Saadet Hemşire, son noktayı koyarken yine de gülümsüyordu. Bu ne kadar yüksek medeni cesaretti ve tereddütsüz inanarak, kalpten anlatırken hep huzur doluydu. Getirdiği cihazlarını nazikçe toplayıp aldı, sonra öyle güzel ve dostça baktı ki, o anı ömrüm boyunca hiç unutmadım. “Rabbim şifalar versin hem kalbine hem de kalıbına…” dedi uzaklaştı. Bana yine açıkça mesaj veriyordu ama pes etmiştim bir kere, fazla uzatmadım.

 

O gittikten sonra nefsime pek ağır gelse de söylediklerini zihnimden tekrar ettim. Neredeyse tamamına hak veriyordum. Öyle ya insan bir şeyi etraflıca öğrenmeden, durduğu yerde ona düşman kesilmesi olacak şey miydi? Akıl var, mantık vardı. Sonra ilmi düşünen biri olarak kendimi gösteriyor, oysa hisleriyle hareket edenlerin başında geliyordum. Bunun neresi adil düşünmeydi? Ahireti ve onu hatırlatacak her şeyi kayıtsız şartsız kafamdan silip atmıştım ve sonra da ilimden, irfandan, hakikatlerden dem vuruyordum.

 

Kendi içimdeki dünyam zıtlıklarla ve çelişkilerle doluydu da farkında değildim. “Sağ olasın Saadet Hemşire galiba aklımı başıma getireceksin! Hele şu kitabı da bir bitireyim bakayım…” dedim, uyumak üzere yatağıma sindim. Daha doğrusu uykum gelmeyeceğini bildiğim hâlde hakikatlerden kaçmak için deve kuşu misali başımı kuma sokuyordum aklımca...

 

     ***

 

Ertesi günü sabahı saat dokuza doğru Saadet Hemşire şeffaf plastik torbadaki serumu çelik direğe asarken beni uyandırdı. Bunu o kadar beceriksizce yapmıştı ki, karyolamın yanında duran, verdiği kitaba çarpmış, yere düşürmüştü. Sese, nevresimden başımı çıkardım, düşen kitabı yerden aldım, öptüm başıma götürdüm. Bunu niçin yaptığımı hâlâ bilemiyorum. Kimden görmüş, nasıl aklımda kalmıştı? Böyle bir hareketi yapmama dair hiçbir fikrim yoktu. DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.