Rusya-Ukrayna savaşına bakıldığında, küresel ölçekte kaos ortamının oluştuğu net biçimde görülebilir. Üstelik bu kaos yalnızca iki ülkeyi değil, tüm bölgeyi tehdit eden boyuta ulaşmıştır. Gerilimi tırmandırma yönünde bir iradenin varlığı açıkça hissedilmektedir. Kiev ile Moskova arasındaki barış sürecinin inşası, bugün her zamankinden daha gereklidir. Bu bağlamda Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın şu sözü manidardır: “Önemli olan masadan kalkılmamasıdır.”
Öte yandan, barış masasının dağılmasını arzu eden aktörlerin varlığı açıkça ortadadır.
Peki, böylesi bir tabloda nasıl bir yol izlenmelidir?
Cumhurbaşkanı Erdoğan, çözüm odaklı yaklaşımı ve ciddiyetiyle öne çıkan bir liderdir. Aynı zamanda özellikle Putin, Trump ve Zelenskiy gibi isimlerin ona duyduğu güven, İstanbul’da kurulan müzakere masasının başarılı sonuçlar üretmesi açısından kayda değerdir.
Kiev’in gerçekleştirdiği saldırıların ardından Moskova’nın “liderler zirvesine” olumsuz yaklaşmasını anlamak mümkündür. Beklenti, istek ve hedefler bakımından taraflar arasında ciddi farklılıklar, âdeta uçurumlar bulunduğu göz ardı edilemez. Ancak asıl üzerinde durulması gereken mesele şudur:
Barışa giden yolu sabote eden veya edenler kimlerdir?
Bu sorunun cevabını az çok biliyoruz fakat tablo netleşmeden ve sürecin dinamikleri yerine oturtulmadan bu süreci barışla taçlandırmak kolay görünmemektedir.
Bu noktada Erdoğan’ın ismi ve liderliği belirleyici rol oynayabilir. Elbette bu, kendisine söz konusu karmaşık satrançta “hangi hamlelerin yapılması gerektiği” sorusunun yöneltilmesiyle mümkün olur.
Zelenskiy’nin birden fazla cepheden baskı gördüğü bilinen gerçek. Ayrıca Ukrayna’nın da kendi içinde çok katmanlı ve karışık bir yapıya sahip olduğu unutulmamalıdır. Belki şimdi bu konuya detaylı biçimde eğilmenin zamanı değil ancak şüphesiz uzak olmayan bir vakitte bu yapı üzerine kapsamlı analizler yapılacaktır.
Bu meseleyi doğru anlayabilmek ve bu savaş sürecinin arka planındaki dinamikleri sağlıklı biçimde okuyabilmek için duygusal yaklaşım yeterli değildir. Zira mevcut veriler, duygusallıktan çok uzak gerçekçi bir tabloyu ortaya koymaktadır.
Rusya meselesine gelindiğinde ise çok katmanlı derin bir yapıyla karşı karşıya olduğumuz açıktır. Bu yapıyı anlamlandırmak ancak geçmiş ile bugünü birlikte değerlendirmekle mümkün olabilir. Elbette zamanla tüm detaylar netlik kazanacaktır.
Bugünkü şartlarda Avrupa ile Rusya arasındaki ilişkiler dikkatle analiz edilmelidir. Bu ikili arasındaki gelişmeler, savaşın gelecekte nasıl şekilleneceğine dair yeni işaretler sunmaktadır. Ne yazık ki, artık bu tür konular gündeme geldiğinde bile sıradan olaylar gibi ele alınıyor. Oysa savaş ve çatışmalardan en çok zarar görenin insanlar olduğu gerçeği ortadadır.
Rusya ile Avrupa arasındaki bu zorlu dönem, giderek daha gergin ve kaotik sürece evrilmektedir. Bu noktada Almanya’nın rolüne özellikle dikkat edilmesi gerekmektedir. Zira yeni provoke edici aktör olarak Almanya öne çıkmaktadır.
Peki ama neden?
Almanya yine neden öne sürülüyor?
Çünkü hesaplaşma süreci henüz tamamlanmamıştır.
Peki, bu hesap kapanmadan Rusya-Almanya arasında normalleşmeye yönelik bir hattın kurulması en çok kimin çıkarına ters düşer?
Kuşkusuz bu durumdan rahatsızlık duyacak olan Anglosakson ittifakıdır ancak mesele sadece bu değildir. Çünkü Almanya artık ABD’nin arka bahçesi olmuştur.
Öyleyse Almanya’nın zayıf düşmesi kimin lehinedir?
Acaba bu, ABD ile arka planda rekabet içinde olan İngiltere’nin işine gelebilir mi?
Peki Vatikan bu sürecin neresinde durmaktadır?
Bu soruları sormamın nedeni, odaklanmamız gereken yerlerin tam da buralar olduğuna inanmamdan kaynaklanmaktadır.
Bunları anlatmamın bir başka amacı da Türkiye’nin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın üstlendiği görevin ne denli zor ve karmaşık bir şey olduğuna dikkati çekmektir. Erdoğan, bugün dünya sahnesinde herkesle diyaloğa geçebilen yegâne liderdir. Umarım, ısrarla Türkiye’yi bu kaosun içine çekmeye ve taraf olmaya itekleyenlerin nasıl bir senaryonun peşinde olduğunu şimdi daha net anlıyoruzdur.
Bugün gelinen noktada, Avrupa’yı açıkça savaşın tarafı olarak gören ve bu değerlendirmede haklı olan Putin için Erdoğan güvenilir liderdir.
Trump’ın ise neyi hedeflediği aslında çok net. ABD küresel hegemonyasını sürdürmeye odaklanmıştır ve ülke tarihi, “başkalarını savaştırarak kazandığı menfaatler” üzerinden elde edilen çıkarlarla şekillenmiştir. Şayet dünyada bu kadar savaş yaşanmasaydı ABD, bugünkü ekonomik gücüne ulaşamazdı. Silahlarını satamazdı. Silah ticareti bu sürecin temel taşlarından biri oldu. Bugünkü “Amerikan rüyası” denilen kavram da bu sistemin bir parçası olarak inşa edildi.
Hollywood’un ortaya çıkışına bakıldığında, bu yapının hangi kaynaklarla kurulduğu sorusu önem kazanıyor. Tüm dünyaya “hayal” pazarladılar Bunda da başarılı oldular. Ne denirse densin, adamlar akıllı. Bu noktada zekice politika izledikleri ortada. Bizler ise oyunu göremedik, “dolandırıldık” ve maalesef hâlâ kandırmaya devam ediyorlar.
Neyse, bugüne dönelim. Şu an için ortaya koydukları birçok olumsuz aktör arasında “kötü” rolü Rusya’ya verilmiş durumda. Rusya’nın parçalanmasını ve ardından yer altı kaynaklarına “çökmeyi” hayal ediyorlar. Bu hedef doğrultusunda “özgürlük ve demokrasi” söylemleri her zaman etkili bir araç olarak kullanıldı.
Erdoğan’ın ortaya koyduğu bu yeni yaklaşım biçiminin ve siyaset kurumunun Türkiye’nin gelecekteki kazanımları açısından ne denli kritik olduğu herhâlde sağduyulu herkes tarafından anlaşılmıştır. Erdoğan’ın siyaset üretme aklı ve yeteneği, Türkiye’nin geleceğine ve yararına olacak şekilde değerlendirilmelidir. Kendisi güven duyulan bir odak noktasıdır. Türkiye’nin bu zor dönemde onun liderliğinde olması başlı başına bir avantajdır.
Küresel paylaşım süreci tamamlanmadan, hesaplaşma nihai sonucuna ulaşmadan dünya istikrara kavuşamaz. Rusya-Ukrayna sürecinde Erdoğan’a itimat edilmesinin derin bir anlamı vardır. Bu derin anlama, derin kulak vermeliyiz.
Sevil Nuriyeva’nın önceki yazıları…