Kaydet
a- | +A
Ağustos 1957’de, yaklaşık bir yıl önce Seydişehir’e gelin giden ablamı ziyarete giderken, Beyşehir’de inmiştim otobüsten. Böylece Konya’nın bir ilçesini ve Beyşehir Gölü’nü görmüştüm ilk kez.
Söyledikleri gibi, yaklaşık bir saat sonra geldi; beklenen otobüs Konya’dan. Beyşehir yolcuları indi; onların yerine Seydişehir’e gideceklerle birlikte ben de bindim.
 
Yola çıkmadan önce, atlasımdaki haritalara bakmıştım; “Nereye, nasıl gideceğim!” diye.
 
Seydişehir, Beyşehir’den daha yakın, hem de epeyce yakın görünüyordu Akseki’ye. Yol yoktu ama iki ilçe arasında. O nedenle Beyşehir’e gitmem gerekiyordu önce. Sonra, Beyşehir’in güneydoğusunda kalan Seydişehir’e…
 
Birçok aile gibi biz de kendimize yetecek kadar buğday yetiştiremiyorduk köyümüzde. Arazimiz yeterli değildi çünkü. O nedenle genellikle sonbaharda birkaç komşu birleşir, eşekleriyle birlikte Seydişehir’e giderlerdi; buğday almaya. Beyşehir’e uğramadan kısa, kestirme yollardan… Yol dediğime bakmayın; dağ taş aşan, zorlu keçi yollarından…
 
Hele bir Zilan Geçidi’nden söz ederlerdi ki, aman Allah’ım! Mevsim kışa yaklaşmışsa don da olurmuş oralarda, kar da tipi de… İki çuval buğday için, neler çekmiş babalarımız neler!.. Dahası, ninem de gidip gelmiş o yollardan birkaç kez.
 
Rüzgârı yararak Seydişehir yolunda ilerlerken otobüsümüz, bunları düşündüm de… On beş, yirmi yıl öncesine göre bile ne rahattık biz şimdi!
 
Onca zahmet çekerek bizleri bugünlere getiren anne, baba, nine ve dedelerimizin hakkı ödenmezdi gerçekten.
 
“Söz ve davranışlarımla üzüyor muyum onları acaba?” diye düşünüp öz eleştiri yaptım bir süre. Sonra da söz verdim kendi kendime:
“Üzülsem de üzmeyeceğim onları asla. Zaten onlar üzmüyorlar ki hiç beni. Bugüne dek, fiske vurmayı bırakın, bir kez azarlamadılar bile. Aman Hüseyin, sakın bir hata yapma! Çok üzülürsün sonra” diye ısrarla tekrarlayıp durdum içimden.
 
“İyi de yalnız kendi anne babana mı? Ya başka anne babalara? Kimseye, kimseye… Yedi yaşındakine de yetmiş yaşındakine de…” diye buyruk üstüne buyruk verdim kendime.
 
İster kendi kendime olsun ister bir başkasına, “Söz verdimse tutarım” derim ben ama 1957 yazında kendime verdiğim sözü tutabildim mi acaba?
 
Bu sorunun cevabını ben veremem. Versem bile ne değeri olur ki?
 
DEVAMI YARIN
ÖNE ÇIKANLAR