Clinton ve Türkiye''nin reklamı AGİT''in burada yapılması, Clinton''ın Türkiye''ye gelmesi, bu gelişmelerin özellikle deprem sonrası olması, tüm bunların AB''nin konuşulduğu günlerde olmasının Türkiye''ye büyük yararı var. En basitinden şunu söyleyeyim, Efes''te Clinton''ın resmini çekebilmek için insanlar milyarlar ödüyorlar. Dünyanın dört bir yanından fotoğrafçı getiriyorlar. Onun reklamını yapmak için, yayınlmak için para ödüyorlar. Ama bütün bunlar bizim için sıfır kuruşa oldu. Adam bütün bunrları bizim için bedava yaptı gitti. Hatta İsrail''e gelen ABD''li turistlerin buraya gelmesini istiyorum dedi. Türk turizmini tanıtmak işte... Ceketini omuzuna attı. Orda dolaştı o kadar. Şimdi biz bunu bakalım takvimde kullanabilecek miyiz, yurt dışına verdiğimiz ilanda kullanacak mıyız? Yoksa "kahrolsun Clinton!" diye bağıracak mıyız karar versin Türkiye... Faydan faya fark mı var? Ben 17 Ağustos depreminde, deprem bölgesinde yaşıyordum. Şimdi de ordayım. Halen orda oturuyorum. Bu akşam da oraya gideceğim. Bu fay hattının 15 km ile 30 km mesafede olup olmamasının ne anlam taşıdığını bilmiyorum. O fay hattının tekrar kırılıp da yırtılma ihtimalini de... Ama bütün bunlara karşılık, bildiğim bir şey varsa o da şu. Deprem olacaksa benim kendimi koruma şansım sınırlı. Şu anda deprem olsa masanın altına girdip de kendimi kurtarma şansım yok. Bunu biliyorum. Bu bir anlık olay. Kazara kurtarırım veya kurtaramam. İnsanlarımızın şunlara inanması lazım. Bu bir doğa olayadır. Bu bir Allahın kudretinin göstergesidir. Bunun önüne geçilemiyor. Zamanı belli değil. O zaman bunu kabul etmemiz lazım. Demek ki depremden mutazarrır olmayacak şekilde yaşamak lazım. Herkes kendine sormalı! Deprem konusunda herkes kendi kendini hesaba çekmeli. Bu nedir? İstanbul deprem bölgesi. O zaman buraya çok katlı bina yaparken sormalı. Araştırmalı. Bu açıdan bakıldığında sorlasar bize, "Binamızın zemin etüdü yapıldı" deriz. Ama ne derece doğru? -Bu kadar yüksek bina yapmaya mecbur muydun? -Mecburdum. -Niye mecburdun? -Başka yer yoktu. -O zaman başka yerde yapsaydın. Örneğin ben... Dünyanın her yerinde yüzlerce matbaa binası biliyorum. Bunlar iki katlı üç katlı dört katlı binalar. Sekiz katlı değil. Ama ben 18 katlı yaptırmışım. O zaman bunun suçu bende. Herkes kendini buna göre sorgulamalı. Sonucuna da katlanmalı. Bir paniktir gidiyor Bir paniktir gidiyor ki şaşmamak elde değil.. Şimdi anlamadığım birşey var. Herkes panik içerisinde. -Kardeşim neyin paniği içerisindesin? -Depremden kaçıyorum. -Yahu yürürken ayağın takılır düşersin. Önce bir kere "ölüm" diye bir olayın varlığını kabul et. Ölümün ne zaman geleceğini bilmediğini de... O zaman depremin ne zaman geleceğini de bilmediğine göre panik yapma!.. Bir insana her gün hasta dersen hasta olur. Her gün depremle yatıp depremle kalkıyoruz. Oysa emr-i hak ne zaman ve nerede vaki olacağını bilmiyoruz ki. Bundan kurtuluş da yok. Dediğim gibi deprem olmasına rağmen halen ben o bölgede yaşıyorum. Ama evim iki katlı. İki katlı bina çöker mi? Çökebilir elbet. Ecelim geldiyse çöker. Ecelim gelmediyse, 17 Ağustos''ta ölmediğim gibi, yaşamaya devam ederim. Bunun açık ve net izahı budur. Patronluğu sevmiyorum Ben mesleğe gerçek anlamda spor yazarı olarak başladım. Zaman zaman keşke spor yazarı olarak kalsaydım diyorum. Hâlâ sporla meşgulüm. Uzun yıllar işveren vekiliydim. Keşke mümkün olsa da yine işveren vekili olsaydım. Ben zoraki patron oldum. Ve ben patronluğu sevmiyorum. -Neden sevmiyorsun? -Üzerinde büyük bir sorumluluk var. Binden fazla insanın maaşını vermen lazım. Onların özel durumlarıyla ilgilenmen lazım. Bunu temin etmeye mecbursun. Ve şunu da unutmaman lazım. Sen yalnız adamsın. O bakımdan hep diyorum, keşke patron olmasaydım. Şimdi artık yalnızız Eskiden gazeteci azdı. Herkes birbirini tanırdı. Şimdi ben Türkiye Gazetesine gitsem, toplasan 10 kişi ancak tanırım. Beni tanıyanların çoğu da ismen tanır. Ama Cağaloğlu''nda dar bir çevrede meslekteki insanlar arasında ister istemez bir dostluk vardı. Şöyle bir benzetme yapabiliriz. Ben küçük bir şehirde yaşadığım için, küçük şehirde herkes aşağı yukarı birbirini tanırken, büyük şehirde apartmandakiler bile birbirini tanımaz.Herkes tek başınadır. İşte şimdi medya o hale geldi. İyi bir gazeteci Ben kırk küsur yıldır gazetecilik yapıyorum. Göz altına alındım. Yargılandım. İdam cezasıyla yargılandım. Ama suç işlememeye gayret ettim ve işlemedim. Bir gazetecinin bazı etik kuralları vardır. Böyle olursa gazeteci saygın kimse olur. Bir gazetecinin sarhoş olmaya hakkı yoktur. Bir gazetecinin kavga etmeye hakkı yoktur. Bir gazetecinin bir yerde yüksek sesle konuşmaya dahi hakkı yoktur. Bazen olmuyor mu? Oluyor. İnsanlık halidir bazen olabilir. Ama bunları sürekli iş haline getiriyorsan o zaman yanlış yapıyorsunuz. Yani gazeteci ile toplum arasında tülbent kadar bir ayırım var. Nezih Demirkent''ten bir hatıra Ölen adamı gördün mü? Cağaloğlu''nda Son Saat gazetesinde çalışıyordum. Aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 4. sınıf talebesiydim. Son Saat gazetesi Nuruosmaniye Camii''nden aşağı 100-150 m. mesafede bir yerdi. Polis muhabiriydim. Sabahleyin Sirkeci''den polis bültenini aldım. Orada yazıyor, diyor ki: "Nuruosmaniye Camii avlusunda bir ölü kişi bulundu. Gerekli işlemler yapıldı." Ben de çok süratli bir şekilde geldim bunu yazdım. Yazıişlerine verdim. Biraz sonra gazetenin sabihi beni çağırdı dedi ki: -Ölen adamı gördün mü? -Görmedim. -Ama sen görmüş gibi yazıyorsun. "Emniyet bülteni böyle yazıyor" demiyorsun? Ardından yol gösterdi: -Kalk, şimdi şurdan Nuruosmaniye Camii''ne git. Adam orada mı değil mi gör. Gençlik haliyle, bu ikaza biraz bozulmuş olmakla birlikte kalktım gittim. Ceset halen oradaydı. Başında da bir polis bekliyor. Döndüm geldim. Gördüklerimi adamın eşkalini falan yazıp verdim. O da yetmemişti. Dedi ki: -Bundan sonra ne olacak? -? -Git onu da öğren. Mecburen gittim öğrendim. "Morga kaldırılacak, kimliğini tespite çalışıyorlar vs " diye sonucu da yazıp yeni haliyle teslim ettim. Bu, toplasan gazeteye sekiz satıra çıkan ufak bir haber. Ama işin aslı o değil. Bize gazeteci olarak bu terbiye aşılanmıştı. Neydi o? "-Görmediğin şeyi, bilmediğin şeyi yazma." Yani "masa başı haber yazma" diye...

