Adları var, hakları yok! Yıllar önce çocukların yaşadıkları acı manzara
Her yıl 20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günü'nde çocukların sorunlarına dikkat çekiliyor. Peki çeyrek yüzyıl önce çocuk konusunda nasıl bir tablo vardı karşımızda? 1998 yılında Türkiye gazetesinde kaleme alınan "Kod Adı: Çocuk" yazı dizisi hem nereden nereye dedirtiyor, hem de hâlâ değişmeyen gerçekleri gözler önüne seriyor.
Ülkemizde başta Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı olmak üzere resmi ve özel kurumlar çocuklara dair çalışmalara imza atıyor.
Peki 2000 yılından önce çocuk hakları konusunda nasıl bir tablo vardı karşımızda?
25 Kasım 1998 yılında Türkiye gazetesinde yayınlanan "Kod Adı: Çocuk" başlıklı Dursun Erkılıç imzalı özel haber dizisi bize o günlere dair dikkat çeken bir manzara sunuyor.
"Adları var, hakları yok" başlıklı ilk yazıda genel tabloya dikkat çekilirken 26 Kasım günü yayımlanan "Sokağa sığınanlar" yazısı Türkiye'de "sokak çocuğu" gerçeğini gözler önüne seriyor.
ADLARI VAR HAKLARI YOK
Evliliklerin en güzel ve en mutluluk veren yanı şüphesiz çocuk sahibi olmaktır. Ancak, aile ve devlet, çocuğun çocukluğunu hissederek yaşayacağı bir ortam sunamıyorsa, tüm güzellikler ve mutluluklar kaçınılmaz olarak acıya ve toplumsal felaketlere dönüşüyor.
Bu durum Türkiye’de de böyledir; dünyanın en gelişmişinden en geri kalmışına kadar tüm ülkelerde de gözlemlenebilir. Ekonomik sıkıntıların, sosyal adaletsizliğin, sağlık problemlerinin, savaşlardaki ölüm kusan silahların ve soykırımların ilk hedefi çocuklardır.
Yoksul ailelerin çocukları, ruh ve beden sağlığı ile bağdaşmayan ortamlarda çalışmaya mecbur kalırken; ya da bu sebeple aile içi şiddete maruz kalan çocuklar ise "kurtuluşu" sokakta arıyor. Sokağın kanunları onları hemen uyuşturucu ve suç çarkının bir dişlisi haline getiriyor. Bunların çok büyük bir bölümü ise "kırılana" kadar çarkın içinden çıkamıyor.
Dünyada ve Türkiye’de çocukların içinde bulunduğu vahim durumu ve bu vahametin toplumu nasıl tehdit ettiğini, yürek parçalayan örnekler ve istatistiklerle gözler önüne sermeye çalışacağız. Biz sadece dikkat çekmek istiyoruz. Çözüm noktasında görev, aileye, devlete ve ilgili-yetkili herkese düşüyor.
Sanayileşme ile birlikte, istihdamda meydana gelen yeni arz-talep dengesi, yoksulluğun girdabına kapılmış ailelerin çocuklarını yutmaya başladı. Yaşları 4-10 arasında değişen çocuklar, çok kötü şartlarda çalışmak zorunda bırakıldı. Plansız şehirleşme ve gelir düzeyindeki olumsuzluklar, günümüzde de çocukları (hem de hakları gasp edilerek) sağlıksız ortamlarda çalışmaya mahkûm ediyor.
DOĞUM ODASINDAN ÇIKAN HABER
Doğum odasından çıkan hemşirenin; "Gözünüz aydın, bir kızınız oldu..." veya "Gözünüz aydın, bir oğlunuz oldu..." müjdesi ile havalara zıplayarak sevinç çığlıkları atan babanın, bebeği kanıyla-canıyla besleyip dünyaya getiren ve çektiği tüm acılara rağmen yüzüne yansıyan içten tebessümle gururlanan annenin mutluluğu kelimelerle izah edilemez elbette. Ancak mutluluğun bundan sonra da devam etmesi ne bebeğin ne de anne-babanın elinde.
Bir yığın sosyal ve ekonomik sorun çığ gibi gelmeye başlayınca üzerlerine, ya aileler ya da bebek pes ediyor.
Doğuma kadar kendisi için söylenen ninnilerle gelişen yavru, "Hoş geldin bebek. Yaşama sırası sende" diye karşılandığı dünyada kaderi ile baş başa kalıyor. Hayatın acımasız şartlarında bunalan ana, bir cami avlusuna bırakılıyor veya dünya meşakkatlerini göremeden hayata veda ediyor. Yaşama şansı bulanları ise büyük sıkıntılar ve tehlikeler bekliyor.
Bu söylediklerimiz, her çocuk ve aile için geçerli değil elbette. Kastettiğimiz, dünyada sayıları yüz milyonlarla ifade edilen ve bu yazıda ele alacağımız türden çocuklardır.
Türkiye ne yazık ki bebek ölüm oranı bakımından dünyanın şanssız ülkelerinden biri. Gelişmiş ülkelerde bebek ölüm oranı binde 3-5 iken, bu rakam Türkiye’de binde 50. Ülkemizdeki bebek ölüm oranının fazlalığı farklı sebeplere bağlıdır.
Türk Aile Planlaması Derneği tarafından anne ve bebek ölümlerinin azaltılması amacıyla başlatılan "Güvenli Annelik / Üreme Sağlığı Projesi" çerçevesinde bir araştırma yapıldı. Ankara'nın gecekondu bölgelerinde 15-49 yaş arası 26 bin 633 kadın ile yüz yüze görüşülerek yapılan araştırmanın dikkat çeken bulgularından biri de, yüzde 35’inin hayatları boyunca yaşadıkları tüm hamilelik dönemlerinde doktor kontrolü yaptırmamış olmalarıydı. Araştırma, bu kadınlardan yüzde 75.3’ünün 0-11 aylık bir bebeğini, yüzde 21.6’sının 1-6 yaş çocuğunu, yüzde 3.1’inin ise hem bebeğini hem de çocuğunu kaybettiğini ortaya çıkardı. Bebeği bir yaşına gelmeden ölen kadınların oranı konunun önemini belirtmek bakımından dikkat çekicidir: Yüzde 82.5. Bu arada 20-39 yaş arası kadınların çok sık doğum yaptığı ve bu grubun 0-11 aylık bebek ölüm oranında başı çektiği belirlendi.
Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı bir çalışmada, "Hiçbir sağlık hizmeti sunmadan, temiz ve güvenilir içme suyu sağlanması, atıkların yok edilmesi ile bebek ölümlerinin yüzde 50 azalacağını" tespit etmesi de bebek ölümlerinde çevre ve sağlık tedbirlerinin önemini vurguluyor.
KAYITSIZ ÇOCUKLAR
Kayıtsız çocuklar… Babanın bazen ilgisizliği, bazen de çaresizliği sonucu ya satılıyor. Türkiye’de de sayıları küçümsenemeyecek rakamlarda olduğu sanılan nüfusa kayıtsız çocuklar, dünya için en büyük sorunlardan biri.
HAKLARI GASP EDİLEN ÇOCUKLAR
Çocuk Vakfı Derneği tarafından hazırlanan “Hakları Çalınmış Çocuklar Raporu”na göre, ülkemizde 0-18 yaş arası çocuk nüfusu 25 milyon. Her 4 çocuktan birinin hiçbir sosyal güvencesi bulunmuyor. Kimsesiz çocuk sayısı 540 bin iken, himaye edilen çocuk sayısı 21 bin 350. Gayri resmi rakamlarla 500 bin olarak ifade edilen sokak çocuğu sayısı ise rapora göre yaklaşık 22 bin. Son 5 yılda 26 bin çocuk sanık sandalyesine çıkarken, 233 çocuk ıslahevlerinde, 1.425 çocuk kapalı cezaevlerinde bulunuyor. Yaklaşık 8 milyon çocuğun yoksulluk içinde yaşadığı ülkemizde, her yüz çocuktan 21’i okuma-yazma bilmiyor, her yüz kız çocuğundan 29’u okula gönderilmiyor.
Çocuk istismarına yönelik yapılan araştırmalar, konunun asayiş tarihi kadar eski olduğunu ortaya koyuyor. Eski Yunan’da çocuğun yaşama hakkı babasına verilirdi ve özürlü çocuklar babanın öldürme hakkına tabi olurdu. İslamiyet’ten önce Arap toplumlarında ise kız çocukları diri diri toprağa gömülürdü. Mitoloji ise çocuklara yönelik cinsel istismar olayları ile doludur. 17-18. yüzyıllarda İngiltere’de gayri meşru çocuklar uyurken boğuluyordu. 1639-1659 yılları arasında 500 çocuk bu yolla öldürüldü. Aynı yüzyıllarda İskoçya’da ise 4-10 yaşlarındaki çocuklar çok kötü şartlarda çalıştırıldı.
ABD’de açılan internet sayfasına bir ayda 25 binden fazla çocuk istismarı ihbarı yapıldı. Türkiye’de ne yazık ki çocuk istismarına yönelik sağlıklı bilgi bulunmuyor. Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde hazırlanan bir doktora tezine göre, suçlu çocukların yüzde 72’sinde anne-baba, yüzde 22’sinde ise öğretmen dayağı söz konusu. Son üç yılda İzmir Emniyet Müdürlüğü Küçükleri Koruma Şubesi’ne intikal eden 2.618 çocuk istismar olayında 0-18 yaş arası çocuklara karşı suç işlendi.
Dünyada ve Türkiye’de nüfusa kayıtlı olmayan çocuk sayısı da çok fazladır.
GÜLEN ÇOCUK GÜZELDİR
SOKAĞA SIĞINANLAR
Sokaklar, özellikle geceleri insanı ürperten, çoğu kişinin adım atmaya çekindiği mekanlardır. Ancak bazılarının için sokaklar bir “kurtuluş” yolu olabiliyor. Bunlar, sıcak bir yuvaya, sevecen bir anne-babaya muhtaç; ezilen, horlanan, itilip-kakılan çocuklar; yani sokak çocuklarıdır.
Amerikan filmlerinin gaspçısı, Brezilya sokaklarının polis tarafından kurşuna dizilen suçluları, Asya ülkelerinin zavallı dilencileri olarak tanıdığımız sokak çocukları, yaşanan bazı insanlık dışı olaylarla Türkiye için de ne büyük bir toplumsal sorun olduğunu gösterdi.
Sokak çocukları; artık köprü altlarında, kıyıda-köşede rastladığımız, kimi zaman acıyıp yardım ettiğimiz, çoğunlukla da görmezden gelip yanlarından geçtiğimiz tipler olmaktan çıktı. Sokak çocukları şimdi sokağın hakimi. Karanlık basıp caddeler ıssızlaşınca onlar sokağı sahipleniyor. İnsanlar önceleri sokağın sahipsizliğinden ürperirdi, şimdi sokağın sahiplerinden korkuyor. Haksız da sayılmazlar.
Son zamanlarda yaşanan vahşi cinayetlerin, insanlık dışı tecavüz olaylarının altından hep onlar çıkıyor çünkü. Yıllardan beri “Sokak çocukları patlamaya hazır bomba” diye dikkat çeken ve tedbir isteyenler haklı çıktı. Ancak, onları ilgi ve sevgiden yoksun bırakarak veya dayak atarak sokağa sığınmasını önleyemeyen anne-baba pişman, hazırlıksız yakalanan devlet çaresiz.
NEDEN KAÇIYORLAR?
Çocukları sokağa kaçıran sebeplerin başında sevgisizlik, ilgisizlik ve yoksulluk geliyor. Çelişkili rakamların en çarpıcısı Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Savaş Büyükkaragöz’e ait. Prof. Büyükkaragöz’e göre sadece İstanbul’da 300 bin sokak çocuğu bulunuyor.
Sokak çocuklarının büyük bir bölümü boşanan ailelerden. Boşanan eş yeniden evlendiğinde üvey anne veya üvey baba tarafından kabullenilmeyen çocuk, hele bir de dayak yiyorsa, kurtuluşu evden kaçmakta buluyor. Bir televizyon programında kendisine uzatılan mikrofona, "Sokakta özgürüm. Burada sevenim yoksa dövenim de yok" diyen sokak çocuğunun ruh halini varın siz düşünün.
Ailenin ekonomik sıkıntıları sebebiyle küçük yaşta çalışmak zorunda bırakılan çocuklar da, minik bedenleri bu yükü kaldıramadığı için evden kaçabiliyor. Değer verilmeyen, bir anlamda adam yerine konulmayan ve aşağılanan; sevgiden ve ilgiden yoksun çocuklar da sokağı “çare” olarak görenlerden.
Televizyonlardan izlediği filmlerin etkisinde kalarak, bir anlamda “özenti” olarak evden kaçanlar da yok değil. Evden kaçan erkek çocukların yaşı genellikle 11-12, kızlarınki 14. Onları sokakta bekleyen tehlike ise pek çok. Bunların başında özellikle cinsel istismara uğramaları geliyor. Bu tür bir mağduriyete uğramayan neredeyse yok gibi. Erkek çocuklar mutlaka uyuşturucu ile tanışıyor. Kızlar ise kadın tacirlerinin eline düşüyor.
Gasp, tecavüz, hırsızlık gibi suçlar ise onlar için sıradan bir iş hâline geliyor. Organ mafyası için potansiyel bir kaynak teşkil eden sokak çocukları, organları alındıktan sonra öldürülme tehlikesi ile de karşı karşıya.
Sayıları arttıkça sokaklara sığmayan çocukların kendi aralarında çeteleşmeye başlaması ve şehirlerin sokaklarını “kurtarılmış bölge” olarak paylaşması, gelecek açısından daha büyük ve organize bir tehlike oluşturuyor. Bu yolla yeraltı dünyasına tetikçi yetiştiren doğal bir ortam meydana gelirken, kendi aralarındaki kıyasıya mücadele de acımasız sokak kavgalarına ve cinayetlere kadar varabiliyor.
TİNERLE ÖZDEŞLEŞTİLER
Büyük şehirlerin cadde ve sokaklarını doldurmaya başlayan sokak çocukları, uçucu madde bağımlılığı, özellikle de tiner ile özdeşleşmiş durumda. Şu anda Türkiye’de 20 bin civarında tiner bağımlısı sokak çocuğu bulunduğu tahmin ediliyor. Konunun önemi üzerinde duran uzmanlar, uçucu madde bağımlılığı ile ilgili olarak şunları söylüyor: “Sokak çocukları böyle bir ortamda yaşamaya mahkum olunca en büyük problemleri sokak oluyor. Isınamıyorsam üşümeyeyim diyen bu çocuklar, üşümemenin çaresini uçucu maddelerde arıyor. Ayrıca bu maddeler, zorluklar karşısında cesur olmayı ve korkulanı yenmeyi geçici olarak sağladığı için tercih sebepleri oluyor.”
"Çocuk Hakları" kavramı ilk olarak Birinci Dünya Savaşı sonunda ortaya atıldı. Savaş mağduru çocukların durumu önce hikaye ve romanlarda, daha sonra da uluslararası alanda ele alınmaya başlandı. 1924 yılında Cenevre’de yayınlanan Cemiyeti Akvam Bildirisi’nde, "Irk, millet, din farkı gözetmeksizin insanlar bütün çocuklara en iyisini vermekle yükümlüdür" deniyordu. Türkiye, bildirgeyi 1924 yılında kabul etti. Zaman içinde bildirgenin kapsadığı kavramlar gelişti ve 1989 yılında BM’de "Çocuk Haklarına Dair Sözleşme" kabul edildi. 1990’ın Ocak ayında da Cumhurbaşkanı Turgut Özal sözleşmeyi Türkiye adına imzaladı. Ayrıca ILO’nun çocukların küçük yaşta çalışmaya başlamalarını önlemeye yönelik önemli sözleşmelerinden biri olan "İstihdama Kabulde Asgari Yaşa İlişkin 138 Sayılı Sözleşme" de Bakanlar Kurulu tarafından onaylanıp, 21.06.1998 tarihinde Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi.
