​Bir çift örülmüş saçın hikâyesi

A -
A +

Çocukluk heyecanım ile kendi başıma yürüyerek gidebildiğim ilk yerdi. Evimiz ile olan beş yüz metre civarındaki bu mesafeyi bazen günde birkaç kez katederdim. Özellikle soğuk kış günlerinde sokakta bilye oynamaktan ellerimin soğuktan çatladığı zamanlarda daha sıkça giderdim. Çünkü ne zaman gitsem maşınganın (kuzine) içindeki sıcak dızmana soğuktan üşümüş bedenime ilaç gibi gelirdi. Hemen arkasından ellerimin çatlağına kreme benzer bir şeyler sürerdi.

Tek gözlü ve ‘koca mahalle’ denen alana bakan küçük odanın içinde isimleri Şefika, Zehra, koca gelin ve küçük gelin lakaplı eşleri vefat etmiş yaşlı teyzeler olurdu. Bir de evdeki uzun divanda hareketsizce yatan ve konuşulanları sükûnet ile dinleyen koyu mavi gözlü, beyaz tenli Ümmügül.

Tüm konuşulanlara kulak misafiri olmak en sevdiğim ve keyif aldığım işlerdendi.

Bilhassa ismi Şefika olan yaşlı teyze, Eyne Bey’in meftun olduğu Tekke köyü civarından gelen def ve zil seslerinin tekbirle birlikte gecenin kör karanlığında ara ara duyulduğunu anlattığında pür dikkat kesilirdim. Ardından abisi Kadir Efe’nin atıyla gavura gözükmeden geliş gidişlerini ve diğer abisinin harpten dönmediğini anlatırdı.

Tüm bunlar anlatıldığında, divanda uzanarak hareketsizce anlatılanları dinleyen Ümmügül’ün zaman zaman gözünden yaşlar aktığına da şahit olurdum lakin ne olup bittiğini pek anlamazdım. Anlamadığım gibi sorduğum tüm sorular da cevapsız kalırdı.

Kışın ayazında sıcacık olan bu tek gözlü evden, kendi evimize geri döndüğümde beni karşılayan manzara çok da farklı değildi. Orada ne duyduysam aynı divanın üzerinde ayak ayağa uyuduğum yaşlı nineme anlatırdım. Anlatırdım anlatmasına da ondan da anlamlı iki kelime duyamazdım çünkü konuşmak istemezdi.

Yağmurlu bir günde Ümmügül’ün vefat ettiğini hatırlıyorum.

Üstad Necip Fazıl’ın ‘Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam. Alıp götürsün beni tam dört inanmış adam’ mısralarında yazıldığı gibi, üç beş inanmış adam onu aldı ve götürdü. Tabut küçük evden çıkarken Ümmügül’ün kızı Emine’nin gözünden akan birkaç acı ile yoğrulmuş yaş dışında, yüzünde hiçbir ifade yoktu.

Yine o zamanlardan aklımda kalan yegâne şeyin, usulde olmadığı hâlde kefeninin içerisine bir çift örülmüş saçın gizlice koyulduğuna dair komşular arasında geçen konuşmalardı.

Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum lakin bir gün ölen Ümmügül’ün kızı Emine’nin telaşlı bir şekilde Balıkesir yöresine has dikilmiş simsiyah feracesi ile bize geldiğine şahit oldum. Âdeta utanılacak bir şeymiş gibi fısıldayarak, devletin şehit ailelerine bağladığı bir maaştan bahisle bir konuyu konuşuyorlardı. Sonra her iki yaşlı kadının da ‘şehadetlerine halel gelir’ görüşüyle bu maaş için müracaat etmeme konusunda mutabık kaldıklarını çok sonradan anlıyorum.

Aslında sonradan anladığım o kadar çok şey olmuştu ki, hâlâ içim pişmanlık ateşiyle yanar kavrulur.

Mesela yetmişli yılların ortalarına kasabada kurulan perşembe pazarında sıklıkla tahta bacaklı amcalar görürdüm. Sayıları o kadar çoktu ki bunu o zamanlar hiç sorgulamamıştım dahi. Şimdi Emirdağ yöresindeki bir türküyü her dinlediğimde artık her şeyi anlayabiliyorum ama ne o amcalara ne de o tek gözlü odada toplaşan nur yüzlü teyzelere ulaşmak mümkün.

Şöyle diyordu türkü;

Çanakkale derler yeşil gavaklı,

Mollaların mürekkebi boyaklı,

Nice gulların var ağaç ayaklı,

Ağaç ayağınan gelsen n’olurdu?

Anama sıkça sorduğum ‘senin neden hiç teyzen ve dayın yok?’ sualinin de cevabını yıllar sonra el yordamı ile öğrenmiştim. Nasıl olsun ki Ümmügül’ün eşi Çanakkale’de şehit düşünce, babasının atının terkisinde tahta köprülere kadar giden dört yaşındaki Emine, yetim ve tek başına büyümüştü.

Ama asıl yıllar sonra öğrendiğim bir şey var ki bugüne kadar hiç içimden çıkmadı. Balıkesir Üniversitesi eski öğretim görevlilerinden Aydın Ayhan Hoca ile bir gün dost sohbetindeyken, Çanakkale Harbi’nin yaşayanları ile yaptığı bir derlemeden misaller veriyordu.

Bir şehit eşinin protez dişlerini, birkaç şehit eşinin de vasiyet bırakarak saçlarını kefenlerinin içine ısrarla koydurduklarını anlatmıştı.

Aklıma yıldırım gibi saçlarını kefenine koyduran şehit eşi Ümmügül gelmişti ve telaşla sordum: ‘Neden Hocam?’

“Bir nevi şahitlik” dedi.

“Anlamadım” dedim.

Yani mahşer günü, Allah’ın huzurunda şehit kocaları ile karşılaştıklarında, “bu saça senin elinden gayri kimsenin eli dokunmadı” diyebilmek için…

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.