Hem hukukçuların hem de halkın dilinde “aklanmak” diye bir kavram var. Bu kavram daha ziyade suç işlediği iddia edilen kişiler hakkında kullanılmakta. Suça bulaştığı gerekçesiyle gözaltına alınan, tutuklanan ve yargılanmakta olan insanların aklanmaları istenmekte ve beklenmekte.
Çok masum görünen bu kavramın kullanımı, ceza hukukunun temellerinden olan masumiyet ilkesinden bir sapmaya işaret ediyor olabilir. Bu ilkeye göre, kendilerine herhangi bir suç isnat edilen kişiler suçlu oldukları kanıtlanana ve bu durum yargı tarafından karara bağlanana kadar masum olarak kabul edilmelidir. Ne var ki aklanma terimi bunun tam tersini işaret ediyor. Hakkında suçlama yapılanların suçlu olduklarının var sayılması ve suçsuz olduklarını ispat etmeleri isteniyor. Başka bir deyişle aklık masumiyetin karanlık ise suçlu olmanın işareti olarak görülüyor ve bir suçlama ile karşı karşıya kalanların kara olduğu ve ancak kara olmadıklarını ispatlamaları -yani ak olduklarını kanıtlamaları- hâlinde suçsuz sayılacakları peşinen kabul ediliyor.
Bu tavır halk içinde ve sıradan insanların arasında bir ölçüde ve bir dereceye kadar normal kabul edilebilir. Ancak, aynı tarzın ve tavrın yargı organlarında görev yapanlar -özellikle hâkimler- arasında yaygın olması ceza yargılamasına ilişkin kötü bir işleyişin ortaya çıkmasına sebep olabiliyor.
Bununla beraber, hemen belirtmekte fayda var ki bu durum sadece Türkiye’ye mahsus olmaktan uzak. Dünyanın çoğu yerinde boy gösteriyor. Ben bunun farkına Michael G. Roskin’in Siyaset Bilimi kitabını Türkçeye çevirirken vardım. Roskin, masumiyet karinesinin hayat bulması ve yaygın biçimde uygulanması bakımından Avrupa ile ABD arasında bir karşılaştırma yapıyor. Masumiyet karinesinin hangi siyasi coğrafyada geçerli olduğunu ve uygulandığını anlamaya çalışıyor. Tespitlerine göre, masumiyet karinesi dünyada büyük ölçüde sadece ABD’de vardır ve işlemektedir. Avrupa’da ise durum tam tersinedir. Avrupa’da hakkında dava açılan biri neredeyse kesin olarak suçlu kabul ve ilan edilir ve onun, masumiyetini ispatlaması beklenir. Bu yaklaşım elbette ceza hukukunun mantığına aykırıdır. Suçla itham edilenlerin suçsuz olduklarını ispat etmesi değil suçlu olduklarının ispat edilmesi gerekir. Bunun da sanıkların tüm hayatını yargılamadan, sadece suç teşkil ettiği öne sürülen vaka-durum-iş-fiil üzerinden geçekleştirilmesi şarttır…
Bu ilginç durum Avrupa ve ABD’de mahkemelerin işleyiş biçimine yansıyor. ABD’de mahkeme başkanı yargıçlar daha ziyade bir trafik yönetimi görevlisi gibi iddia ve savunma makamlarının işlerini gerektiği gibi ve düzgün yapması için çaba gösterirken Avrupa’da yargıçlar hemen hemen mahkemelerin tek hâkimi havasında yer alıyor. Bu yüzden mesela ABD mahkemeleri ve yargılama süreçleri ilgiyle seyredilen televizyon dizilerine konu oluyor buna karşılık aynı şey Avrupa’da pek görülmüyor.
Sosyal medyanın devreye girmesi de masumiyet karinesine yönelik ihlâlleri ciddi biçimde artırdı. Sosyal medya platformlarında insanlar yargılanan kişileri peşinen suçlu ilan edebiliyor. Diğer bazıları da tüm yargılama süreçlerini reddetmeye yönelebiliyor. Oysa, sosyal medya kullanıcıları hukuki süreçlerin parçası değil sadece uzaktan takipçisidir. İnsanların kişisel olarak yargılanan kişilerin suçlu olduklarına dair bir kanaat geliştirmeleri elbette engellenemez, ama bu şahsi kanaatin sanki mahkemeler mahkûmiyete hükmetmiş gibi topluma yansıtılması da haksız ve yanlıştır.
Aklanma kavramı yerine ne kullanılabilir, bilmiyorum. Ama başka bir kavram kullanmak bana daha iyi bir hukuk devleti olabilmek ve hukukun geçek mahiyette üstünlüğünden söz edebilmek için mutlaka yapılması gereken bir iş gibi görünüyor.

