Türkiye Gazetesi E-Gazete
Arama
Kaydet
a- | +A

DOÇ. DR. UFUK SÖZCÜ

Baraj doluluk oranları düşüyor, büyükşehirlerde su rezervleri azalıyor. Komşumuz İran’da kuraklığın tesiriyle başkent Tahran’ın yerini değiştirme planları bile gündeme geliyor. 2018’de Güney Afrika’daki Cape Town şehri, kuraklık yüzünden muslukların kapatılabileceği bir senaryoyla karşı karşıya kalmıştır. Bu durum bütün dünyaya su krizine hazırlanma dersi vermiştir.

Su, en basit tanımıyla iki hidrojen ve bir oksijenden ibarettir. Hayat kaynağımızdır. Ancak ne yazık ki günümüzde kıymetini bilenlerin sayısı azdır. Siz hiç hortumla arabasını yıkayan bir kişiyi “Fazla su tüketiyorsun” diye uyaranı gördünüz mü? Ya da kendinizi su tüketimi konusunda samimiyetle test ettiniz mi?

Aslında en baştan başlasak iyi olur... Dünyamızın yaklaşık yüzde 71’i sularla kapalıdır fakat bu devasa kütlenin sadece yüzde 2,5’i tatlı sudur. Bu tatlı suların büyük bir kısmı ise buzullar ve yer altı suları gibi doğrudan ulaşamayacağımız kaynaklardadır. Doğrudan ulaşabildiğimiz yüzey suları bütün suyun çok küçük bir kısmını (tatlı suların yalnızca %1’i) oluşturur.

SANILANIN AKSİNE TÜRKİYE SU ZENGİNİ DEĞİL

Dünya genelinde devletleri su zenginliği açısından sınıflandırırken genelde “su zengini”, “su stresi altında” ve “su fakiri” gibi kategoriler kullanılır. Türkiye bu sınıflamada sanılanın aksine su zengini değil, su sıkıntısı yaşayan ülkelerden biridir. Ülkedeki kişi başına düşen yıllık yenilenebilir su miktarı yaklaşık 1.350 metreküp civarındadır. Nüfus artışı ve iklim etkileri devam ederse bu değerin 2030’a kadar yılda yaklaşık 1.000 metreküpe düşme riski vardır. Falkenmark göstergesine göre kişi başına düşen su miktarı 1.700 metreküpün altına düştüğünde “su stresi”, 1.000 metreküpün altına düştüğünde ise “su kıtlığı” söz konusu olur. Yani Türkiye olarak sınırdayız.

YAĞIŞ REJİMİ BOZULDU

Üstelik ülkemizin iklimi, coğrafi çeşitlilik gösterse de genel olarak yağışların yılın büyük bölümünde düzensiz dağıldığı, en fazla yağışın kış aylarında düştüğü bir rejime sahiptir. Türkiye'de derinleşen su probleminin temelinde, değişen iklim dinamikleri; özellikle artan sıcaklık ortalamaları ve bozulan yağış rejimi yatmaktadır. Mevsim normallerinin üzerine çıkan sıcaklıklar, yüzey sularındaki buharlaşma şiddetini artırarak mevcut rezervlerin hızla tükenmesine yol açarken, yağışların miktar ve biçim değiştirmesi su döngüsünü sekteye uğratmaktadır. Özellikle su kaynaklarını besleyen “kar yağışlarının” azalması ve yerini ani, toprağa sızmadan akıp giden düzensiz sağanaklara bırakması, yer altı sularının ve barajların dolmasını engellemektedir. Bu durum, meteorolojik kuraklığın hızla hidrolojik kuraklığa dönüşmesine sebep olarak, ülkenin su bütçesinde kalıcı açıklar vermesiyle sonuçlanmaktadır.

SULAR KİRLENİYOR

Türkiye’de su kıtlığının yanında en az onun kadar kritik olan bir diğer sıkıntı da tatlı su kaynaklarının kirlenmesidir. Sanayi tesislerinden çıkan kimyasalların arıtılmadan akarsulara bırakılması, evsel atık suların arıtma kapasitesinin yetersizliği sebebiyle yüzey sularına karışması ve özellikle tarımda kullanılan pestisit ile gübrelerin toprağa sızarak yer altı sularını kirletmesi bu problemi derinleştirmektedir. Ülkenin önemli su kütlelerinden olan Büyük Menderes, Kızılırmak, Ergene ve Sakarya havzaları sanayi ve tarımsal kirlilik baskısı altındadır. Ayrıca göl ekosistemleri de ciddi tehdit altındadır; Eğirdir Gölü’ndeki gibi alanlarda artan besin tuzu yükü, alg patlamalarına ve ekosistemin oksijen dengesinin bozulmasına yol açmaktadır. Su kaynaklarının hem miktar hem kalite olarak bozulması, içme suyu güvenliğinden tarımsal üretime ve biyolojik çeşitliliğe kadar geniş bir tehdit yelpazesi oluşturmaktadır. Dolayısıyla su yönetimi yalnızca daha fazla su depolama değil, aynı zamanda mevcut suyu koruma, arıtma, geri kazanım ve kirliliği kaynağında önleme politikalarıyla ele alınmalıdır.

OKUR-YAZARIZ AMA "SU OKURYAZARI" MIYIZ?

Peki ne yapmalıyız? Günümüzde Türkiye’de okuryazarlık oranı genel olarak %98 civarındadır; son resmî verilere göre 6 yaş ve üzeri nüfusta okuma-yazma bilenlerin oranı 2023’te yaklaşık %97,6 olarak hesaplanmıştır. Ancak “okuryazarlık” ile “su okuryazarlığı” aynı şey değildir. Fertler temel okuma-yazma biliyor olabilir ama suyla alakalı bilinç, bilgi ve davranış kalitesi farklıdır.

Su okuryazarlığını şöyle tanımlayabiliriz: Suyun doğasını, kaynakların sınırlılığını, yönetim süreçlerini ve davranışların su üzerindeki etkilerini anlayıp, bu bilgiyle sürdürülebilir kararlar alabilme kabiliyetidir. Suyu tanıma, döngüsünü bilme, su ayak izi ve sanal su (tarım ya da sanayi faaliyetleri sonucu elde edilen bir ürünün üretim sürecinde kullanılan toplam su miktarı) kavramlarını anlama gibi bileşenleri içerir. Su okuryazarını TÜBİTAK “Günlük kullanılan suyun nasıl dağıtıldığı, arıtıldığı, bunun yanı sıra suyun kalitesi ve güvenliğini koruyan, ne kadar su kullanıldığını ve tam olarak ne için kullanıldığını bilen bireyler” şeklinde tanımlamaktadır. Su okuryazarı kişilerin çoğalması sosyal su okuryazarı olmaktan geçiyor diyebiliriz. Sosyal su okuryazarlığı, suyun toplumsal bir kaynak olduğu bilinciyle hareket eden, sürdürülebilir kullanım için kolektif sorumluluk üstlenen ve su problemlerine yönelik toplumsal düzeyde çözüm üretmeyi amaçlayan fertlerin gelişimini ifade eder. Şahsi sorumluluklara ek olarak sosyal sorumluluklar yüklenmek su konusunda pozitif katkılar sağlayacaktır.

SU OKURYAZARLIĞI TESTİ

Bu noktada su okuryazarlığınızı test edelim: Dişimizi fırçalarken musluğu kapatıyor muyuz? Duş süremiz ne kadar? Bu klasik sorular elbette önemli; ama bir adım ileriye gidip şu soruları da soralım: Ne kadar ekmek çöpe atıyoruz? Gardırobumuzdaki kıyafetleri ne sıklıkta yeniliyoruz? Bu sorular ilk bakışta konudan bağımsız gibi görünse de gerçekte yediğimiz ekmek, giydiğimiz kıyafetler ve kullandığımız et ürünleri için harcanan su, günlük tüketimimizin en büyük parçalarını oluşturur.

GÖRÜNMEYEN TÜKETİM: SU AYAK İZİ

İşte burada devreye “Su Ayak İzi” girer. Bu, bir ürünün üretimi için kullanılan yeşil (toprak nemi), mavi (yüzey/yer altı suyu) ve gri (kirliliği temizlemek için gereken su) su miktarlarının toplamıdır. Örneğin bir dilim ekmek... Ekmek israfı üzerine yapılan hesaplamalar, kilogram başına ~1.600 litre seviyelerinde değişen sonuçlarla, tek bir dilimin bile onlarca litre suya denk geldiğini gösterir. Bir pamuk tişörtün üretimi için ortalamada ~2.700 litre su gerekmektedir. Bu rakamlar tüketim tercihlerimizle doğrudan ilişkilidir. TÜİK verilerine göre belediyeler tarafından içme ve kullanma suyu şebekesine çekilen kişi başı günlük ortalama su miktarı 229 litre olarak hesaplandı. Bu değerler gerçek su tüketimini gösteriyor. Buna sanal su kullanımını da eklediğimizde sayı daha da artıyor.

TARLADAKİ BÜYÜK KAÇAK: TARIMSAL SULAMA

Bireysel tüketimin ötesinde, Türkiye’de su kullanımı sektörler arasında oldukça dengesizdir. Devlet Su İşleri verilerine göre, yıllık 112 milyar metreküp teknik-ekonomik olarak kullanılabilir su potansiyelimizin yaklaşık %52’si (58,4 milyar metreküp) fiilen değerlendirilebilmektedir. Bu kullanılan suyun yaklaşık %77’si tarımsal sulamada, geri kalan %23’ü ise içme-kullanma suyu ve sanayide paylaşılmaktadır.

Tarım ve Orman Bakanlığı verilerine göre tarımsal sulamada kullanılan su miktarı 45,05 milyar metreküpe kadar çıkmakta ve toplam su kullanımının aslan payını oluşturmaktadır. Ancak bu durum, sulama randımanının düşük olmasından kaynaklanan önemli bir israfa işaret ediyor. Geleneksel “salma” (vahşi) sulama hâlâ yaygın; hâlbuki basınçlı sistemlere (yağmurlama, damla) geçildiğinde su tasarrufu dramatik biçimde artabiliyor. Modern sistemlerde randıman %90’a kadar çıkabilirken, mevcut durumda tarımda kullanılan su kaynaklarının %60’ı yanlış uygulamalar ve iletim hatlarındaki kaçaklar/buharlaşma sebebiyle israf ediliyor.

DÜNYA ALARM VERİYOR: GÜN SIFIR VE SU SAVAŞLARI

Güncel örnekler de karşımıza çıkıyor: Baraj doluluk oranları düşüyor, büyükşehirlerde su rezervleri azalıyor. Komşumuz İran’da kuraklığın etkileriyle başkent Tahran’ın yerini değiştirme planları bile zaman zaman gündeme geliyor. Dünyadan çok somut bir örnekse Güney Afrika’daki “Day Zero” (Sıfır Günü) uyarısıdır. 2018’de Cape Town şehri, kuraklık yüzünden muslukların kapatılabileceği bir senaryoyla karşı karşıya kalmıştır. Bu durum, bütün dünyaya su krizine hazırlanma dersi vermiştir.

İşin bir de uluslararası güvenlik boyutu vardır; su, altın veya petrolden daha değerli hâle gelebilir. Nil Nehri üzerinde Etiyopya’nın yaptığı GERD barajı nedeniyle Mısır ve Sudan arasındaki gerilimler, İsrail’in su kaynakları sebebiyle Golan Tepeleri’ni işgal altında tutması bunun örnekleridir. Ayrıca yine Afrika’da Çad Gölü’nün son yıllarda su kaybetmesi ve bunun neden olduğu kırılganlık sosyal sorunları göle komşu ülkeler arasında artırmaktadır. Fırat ve Dicle havzalarının Türkiye için stratejik önemi de bu çerçevede, büyüyen bir risk alanı olan "su jeopolitiği" başlığında değerlendirilmelidir.

SU İKİ BİLEŞİKTEN ÇOK DAHA FAZLASI

Yazımızın başlangıcında vurguladığımız üzere su, iki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşan basit bir bileşikten çok daha fazlasıdır; yaklaşık 4 milyar yıldır var olan, yeryüzünün bütün jeolojik ve biyolojik tarihine tanıklık şahitlik eden yaşlı bir kaynaktır. Tabii döngüsü sayesinde sürekli hareket eder, buharlaşır, yoğunlaşır, yer altına sızar ve tekrar yüzeye çıkar; fakat bu döngü içinde toplam miktarı büyük ölçüde sabittir. Dolayısıyla asıl değişmesi gereken su değil, suya dair yaklaşımımızdır. Kültürümüzde ve dinimizde israf ve tasarrufla ilgili öğretiler, âyet-i kerimeler, hadis-i şerifler ve atasözleri vardır. Bu kökleri hatırlamak iyi bir başlangıç olacaktır.

Velhasıl, harekete geçme zamanımız çoktan geldi. Sözün özü şu: Bizler bugünden itibaren su-sayacağız ki yarın susamayalım.

Geniş Açı - Fikir ve tartışmada son yazılar...

ÖNE ÇIKANLAR