Bizim neslin dişlerini "çocuklara gece sütü içirilsin" direktifleri mahvetti. Süt süttür kimse "bunun gecesi gündüzü olur mu" diyemedi. Saatlar kuruldu, gaz ocakları yakıldı, içine bol şeker boca edildi. Garipler uykularının en derin yerinde uyandırıldı, sütten nefret ettirildi. Ağızda zaten nem var, ısı var. Mikroplar üredi de üredi... Diş ağrısını çeken bilir. Mübarek de nedense hep gece tutar, hani içilen sütler gibi. Ertesi sabah diş hekimine koşarsınız. Rahat bir fotöy, modern bir ünit, dakikada bilmem kaç yüzbin devir dönen elmas uçlar. Sonra o rahatlatan karanfil yağı kokusu, çaresizlik işte, iğne bile sevimli gelir insana... Her seferinde de öyle olur, "niye bu kadar geciktim ki" der, hekimlerin aslında pek de sevimsiz olmadıklarını yazarsınız bir kenara... İyi de eskiden insanlar ne yapardılar? Efendim onlar doğal besleniyordu, yemekten sonra el ağız yıkıyor, abdest alıyordular. Elmayı ısıra ısıra yiyor, misvak kullanıyordular... Tamam da biz dişi çürüyenlerden bahsediyoruz, yüzü gözü şişen, zonk zonk zonklayanlardan... Cevher-i latif Şüphesiz o zaman da bilge tabipler vardır, Hicri 4. asırda İspanya'da yaşayan Ebu-l Kasım Zahravi gibi mesela... Ebu-l Kâsım iyi bir tabip olmanın yanında tecrübelerini de yazar. Tafsilatıyla çizdiği cerrahi müdahaleler ardından gelenlere ufuk açar (30 ciltlik Et'tasrif). O devirde cerrahlar aletlerini de kendileri yapmak (ya da yaptırmak) zorundadırlar. Zahravi ergonomiye çok önem verir, penslerin ucuna kaymayı önleyecek yivler açar. Kırılan kökler için leylek gagası gibi davyeler, değişik çap ve ebatta elavatörler yapar. Ünlü tabip dişi "cevher-i latif" diye isimlendirir ve öncelikle muhafazasına çabalar. Bu yüzden temizliğe çok önem verir, diş taşlarını asla ağızda tutmaz. Taşları itina ile kazır ve gerektikçe tekrarlar. Cep oluşturan diş etlerini kızgın uçlarla (koter gibi) keser, periodontolojik müdahaleler yapar. Çaresiz kalmadıkça dişin "ihracına" yanaşmaz. Çekim işini çok ciddiye alır, ağzı uzun uzun inceler, üstüne vurur, tabanına basar, sıcak soğuk uygular, koku yapıp yapmadığına bakar. Problemin hangi dişten kaynaklandığını "kesinleştirmeden" işe başlamaz. Öyle tek kerpetenle de çalışmaz, sağ, sol, üst, alt, azı ve ön dişler için ayrı pensler tasarlar. Dişin kırılmasına mani olmak için çürüğün içine pamuk tıkar. Yarayı yıkar, paklar, dağlar, hastayı öğütler vererek yollar. Zahravi diş aşındırma hususuna da kafa yorar, dişleri eğeler, hizaya sokar. Hassasiyet başlamasın diye işi seanslara yayar. Sallanan dişleri sağlam dişlere şineleyerek (bağlayarak) pekiştirir, bunun için altın telden şaşmaz. Bilindiği üzere altın oksitlenmez, metal tadı vermez ama diğer metaller tez kararır, koku yaparlar. Akupunktur meridyenlerine de vakıftır. Misal, ele baskı uygulayarak diş ağrısına çare arar. Selim huylu tümörleri çıkarır, hasıl olan boşluğu hususi yağlar ve kostiklerle doldurur, enfekte olmasına fırsat tanımaz. Ez Zahravi yüz felci, tavşan dudak gibi vakalara da el atar, apseleri açar, iltihabı boşaltır, dağlama yapar. O, konuşmaya mani olan dil altı uzantılarını (Frenulum) keser, kanamayı gül suyu, sirke veya soğuk su ile dindirir, keten bezinden yapılmış bir rulo koyar. Hele çene kırıklarında düşündüğü "tespit" şekilleri çok mantıklıdır, günümüz hekimleri bile hayretler içinde kalırlar. "Düşmüş bir diş yerine konabilir ve sağlamlaştırabilir. Ancak bunun için ehil ve tecrübeli eller gerekir" diyen Ez Zahravi reimplantasyonu biliyor olmalıdır ki bu teknik sıradan hekimlerin boyunu aşar. Bitkiler hakkında da çok şey bilir, gargara ve tütsüler uygular. Dağlamadan sonra melhem tatbik eder, kanamayı durdurmak için göz taşı kullanır. Ilık su ve zeytinyağı ile pansuman yapar. Ünlü hekimin protez taktığına dair işaretler de var, ancak bu teknikler cerrahi kitabında yer almaz. Hasılı devrin hekimleri aynı zamanda eczacı, medikalci ve sanatkâr olmak zorundadırlar. Sabuncuoğlu El Zahravi'nin eserleri Endülüs'ten aydınlanan Avrupa'da büyük yankı uyandırır. Et-Tasrif Amasyalı hekim Sabuncuoğlu Şerefeddin tarafından da, Türkçe'ye (Cerrahiyet Al-Haniye adıyla) kazandırılır. Dilerseniz biraz da ondan bahsedelim. Şerefeddin Ali bin Elhac İlyas, Amasya'da doğup büyüyen bir ilim adamıdır. Hekimliği Burhaneddin Ahmed'den öğrenir, daha 17 yaşında şifahanede hasta bakmaya başlar. Arapça ve Farsça'ya hakimdir, yazılarına bakılırsa hatırı sayılır bir hattat olmalıdır. Eh, Şeyh Hamdullah gibi zirvenin hemşehrisi olmak kolay mı, harfleri inci gibi dizmeli, satırlar göz okşamalıdırlar. Şerefeddin, Et-Tasrif'i tercüme ederken kendisinden de çok şey katar. Nüshalardan birine (ki şimdi Paris'tedir) 138 ameliyat ve 167 alet resmi yapar. Minyatürlerdeki hekimler ak sakallı, sevimli ve kendinden emindir. Hastalar Avrupa'daki çizimlerin aksine telaşsızdırlar. Kitabı, yer yer tezhiblerle bezer, sıkıcı olmaktan çıkarmaya çabalar. Tabii bu arada reçeteler verir, kültür fizik hareketleri... Tavsiye edilen gıdalar... Şerefeddin sadece Et-Tasrif tercümesi ile kalmaz, Akrabadin ve Mücerrebnâme'nin yanı sıra Zeyneddin el-Cürcânî'nin "Zahire-i Harzemşâhî" adlı eserinden çeviriler yapar. Talebelerine yol göstermek için "Müfid" (faydalı) adlı eseri kaleme alan ünlü tabip İstanbul'da Fatih'i de ziyaret eder, genç sultanla tıp ve tabipler üzerine konuşurlar. Sabuncuoğlu Şerefeddin hayvanlar üzerinde deneylerde yapar, tezlerini şüpheye mahal kalmayacak şekilde ispatlar. Hatta bir keresinde bizzat panzehir içip, elini yılana ısırtır, hiçbir şeycik olmaz. Çocuk psikolojisi üzerine yazdığı ve çizdiği şeylerle Freud ve Jung'a tam 5 asırlık fark atar, üstelik onların düştüğü girdaplara düşmeden, açmazlara bulaşmadan. Avrupalıların cadı avına çıktıkları, engizisyonun hekim ve hasta yaktığı yıllarda mali hülya (hülyaya meyil), korkular, takıntılar, unutkanlık ve baş ağrısı gibi problemlere çare arar. Hem nebatları kullanır, hem de başa sıcak uygulamalar yapar. Ağız diş cerrahisinde de mahirdir aynı zamanda...