DR. ÖĞR. ÜYESİ HÜSEYİN HAYDAR KUTLU
Türkiye’de yapılan bir çalışmada 6 çizgi film kanalının her birinin 7 çizgi filmi incelendiğinde toplamda 42 çizgi filmin 30’unda duygusal ve fiziki şiddet unsurları olduğu görüldü. Bilhassa süper kahramanların olduğu çizgi filmlerde şiddet unsurları çokça yer alıyor. Fıtraten iyi duygularla dünyaya gelen çocuğumuz erken yaşta ve o kadar yoğun şekilde kötülüklerle karşılaşıyor ki özündeki iyilik örtülmeye yüz tutuyor.
Anne babalar olarak hepimizin ortak bir arzusu vardır: Çocuğumuzun iyi olması… Bunun kolay bir yolu olduğunu bilsek eminim ki hepimiz uygulardık. Bir yöntem olsa ve çocuğun içine iyilik, adalet, empati gibi güzel ahlaka zemin hazırlayacak duyguları koyabilsek ne güzel olurdu, değil mi?
Şimdi güzel bir haber veriyorum: Bunların hiçbiri için uğraşmamıza gerek yok çünkü bebekler bu duygular ile dünyaya gelir. Hıristiyanların asırlarca iddia ettiği şekilde günahkâr olarak doğmadığımız gibi John Locke’tan Freud’a kadar birçok filozof ve psikoloğun savunduğu tabula rasa yani boş bir levha olarak da doğmayız. Birileri bozmadığı sürece fıtraten “iyi” olarak dünyaya geliriz.
İYİ TAVŞANI TAKİP ET!
Yale Üniversitesi’nden Paul Bloom bebekler üzerinde yaptığı enteresan deneyler ile bilinir. Bunlardan birinde minik kukla, önüne konulan kutuyu açmaya çalışır. Sonra sahneye iyi bir kukla gelip kutunun kapağını kaldırmasına yardım eder. Aynı olay ikinci defa sahnelendiğinde bu sefer gelen başka bir kukla kapağın üstüne oturup engel olmayı tercih eder. Ve sıra kritik aşamaya gelir: Acaba bebekler hangi kuklayı tercih eder? Bu arada söylemeyi unuttum, bebekler sadece 5 aylık. Şaşırtıcı şekilde bebeklerin minik elleri hemen daima yardımsever kuklaya uzanır…
Başka bir deneyde ise şöyle bir kurgu yapılır: Ortada bir kukla elindeki topuyla oynarken topu önünden kaçırır ve top yuvarlanarak iyi tavşanın önüne gelir. İyi tavşan topla biraz oynadıktan sonra geri verir. Ardından ortadaki kukla topu yine kaçırır ama bu sefer sahneye kötü tavşan gelip topu alır ve ortadan kaybolur. Sonrasında yine bebeklerin önüne iyi tavşan ve yaramaz tavşan konulup hangisine uzanacağına bakılır. Ve tabii ki bebekler iyi tavşanı tercih eder.
Bloom ve ekibi burada kalmayıp işi daha öteye taşır. Bebeklerin hangi karaktere ödül vereceği, hangilerini cezalandıracağına dair yaptığı deneyler ile bebeklerde temel bir adalet duygusunun varlığını da gösterir.
Ezcümle “Her çocuk, İslam fıtratı üzerine doğar, yani Müslümanlığa elverişli olarak dünyaya gelir. Sonra bunları anaları babaları [ve çevresi], Yahudi, Hristiyan veya dinsiz yapar” hadis-i şerifinde bildirildiği üzere fıtraten iyiliğe elverişli olarak dünyaya geliriz.
BEDEN KÖTÜLÜĞÜ HABER VERİYOR
Bedenlerimiz bile iyiliğe, doğruluğa yatkın şekilde yaratılmıştır. Yani varsayılan modumuz doğruluk üzerinedir. İşte, bu temel prensibe dayanarak yalan makineleri geliştirilir. Zira yalan konuşan kişinin kalp atışı hızlanır, tansiyonu yükselir, avuç içi ve alnı terlemeye başlar. Hâlbuki doğruyu konuşan kişide bunların hiçbiri olmaz. Bir hadis-i şerifte “Elini göğsüne koy, helal şeyde kalp sakin olur. Günah işte çarpıntı olur” buyurulduğu üzere bedenimiz bile kötülüğe karşı reaksiyon gösterir.
SİNYAL KESİCİ “TOM VE JERRY”
O hâlde çocuk yetiştirirken yapmamız gereken şey bellidir: Doğuştan gelen iyilik sinyallerini korumak ve çocuğun yaşına, anlayışına uygun şekilde bunları geliştirmek. Fakat bu noktada “sinyal kesiciler” devreye girer. Eskiden televizyon, şimdi ise tablet ve telefon kılığındaki jammer’lar çocuğun içinden gelen sinyalleri karıştırmaya başlar. İyinin ödüllendirildiği, kötünün cezalandırıldığı sahneler yerine adalet duygusunda karmaşa oluşturacak kareler çocuğun önüne sunulur. En masum görülen “Tom ve Jerry” gibi çizgi filmlerde bile durum böyledir. Tom’un kafasına düşen 100 kiloluk demir külçeyi kahkahalar ile seyreden çocuğun, Jerry’yi vicdanında nereye konulacağı net değildir. Kimi çocuklara göre Jerry haklıdır, kimine göre ise Tom’u tahrik edip kaçtığı için pek de masum değildir. Bazı çocuklar ise Tom ve Jerry’nin devamlı kavga etmesinden memnundur ve kardeşi ile aynı şekilde kavga etmekten keyif almaktadır. Bir arkadaşımın iki çocuğunda bu durumu üzülerek müşahede etmiştim. Büyük çocuk kardeşini ağlatmaktan, zora düşürmekten hiç usanmıyordu. İşin acayip tarafı ise kardeşi ağlarken kendisi sürekli sırıtarak gülüyordu. Buyurun size fıtrat bozulması…
42 ÇİZGİ FİLMİN 30’UNDA ŞİDDET VAR
Türkiye’de yapılan bir çalışmada 6 çizgi film kanalının 7’şer çizgi filmi incelendiğinde toplamda 42 çizgi filmin 30’unda duygusal ve fiziki şiddet unsurları bulunuyordu. Bilhassa süper kahramanların olduğu çizgi filmlerde tehdit, alay, argo, nefret, emir verme, bağırma, korku, güç gösterme, kişiye ve çevreye zarar verme gibi şiddet unsurları çokça yer alıyordu. Fıtraten iyilik, adalet, empati gibi duygularla dünyaya gelen çocuğumuz ne yazık ki o kadar erken yaşta ve o kadar yoğun şekilde kötülüklerle karşılaşıyor ki özündeki iyilik örtülmeye yüz tutuyor. Anne-baba çocuğum oyalanıyor, ağlamıyor veya yemeğini yiyor diye sevinedursun o masum yavrunun vicdanının temel direkleri sarsılmaya, üzerine güzel ahlakın inşa edileceği fıtratı zarar görmeye başlıyor. Hâlbuki çocuk fıtratı temiz bir toprak gibidir. Ekilen tohumların gelişeceği mümbit bir tarlaya benzer. Tarlanın akıbeti ise ilk tohumları kimin ekeceğine bağlıdır.
TARLAYI İLK KİM SÜRECEK?
Her çocuk temiz ve verimli bir toprak olarak dünyaya gelir. Sonrasında o temiz toprağa yakın çevresinden başlayarak bir şeyler ekilir. Kreş, anaokulu, ilkokul, ortaokul derken giderek daha uzak çevreler de bu tarlaya tohumlarını eker. Ama elbette ilk tohumu eken daha avantajlıdır. Hangi konu olursa olsun çocuğun ilk duyduğunu kabul etmesi daha muhtemeldir. Çünkü sorgulamaz. Yaş büyüdükçe, sorgulamalar ve çevrenin etkisi arttıkça tarlada değişiklikler olması beklenir; lakin topluma ait bazı kültürel unsurlar sessizce yerleşir ve çocuğun kimliğinin değişmez bir parçası olur.
Bir çocuğun tarlasına ilk tohumları kim atar, kültür aktarımını ilk kim yapar yani çocuk değerlerini ilk kimden öğrenir? Eğer bu soru 30-40 yıl önce sorulsa cevap gayet basit ve netti: Anne, babası yani ailesi… Ama günümüzde aynı soru doktora sorusu gibi zor bir hâle geldi. Çünkü aileler kendi yetiştirdiğini zannettiği evlatlarını tanıyamamaktan, iletişim kuramamaktan şikâyetçi… Sebepleri aslında aşikâr. Çocuğumuza bir şeyleri ilk öğreten olmak için biz ebeveynler ile ekranlar arasında müthiş bir yarış söz konusu. Öyle bir yarış ki ekranlar sürekli kendini geliştiriyor, çocuğa hitap, alaka çekme konusunda ustalaşıyor ve çocuklarımıza giderek daha erken yaşta ulaşıyor. Ne yazık ki bazen bizden bile erken… Biz ise her geçen gün ekranlar sebebiyle daha uyuşmuş hâle geliyor ve ilk olmanın avantajını ekranlara terk ediyoruz.
Bizler kabul etsek de etmesek de farkında olsak da olmasak da ekranlar bir kültür aktarıyor, kendi değer yargılarını transfer ediyor. Aktarılan “değerler” ise toplumu yıkan, aileyi parçalayan, herkesi bireysel hâle getiren, kişiyi ise aidiyetsiz bir şekle büründüren şeyler oluyor.
Sokakta çocuğunuzla bir yere gittiğinizi hayal edin. Çocuğunuzun dışarıdayken bile bitmek bilmeyen isteklerinden, devamlı konuşmasından yorulmuş hâldesiniz. Yol üzerinde çok sevdiğiniz arkadaşınıza rastlıyorsunuz ve ayaküstü siz onunla muhabbet ederken; yabancı bir kimse çocuğunuzun yanına geliyor ve çocuğunuza ilgi gösteriyor. Arkadaşınızla sohbet ederken bir yandan da çocuğunuza bakıyorsunuz ve vücut dilinden bu yabancı ile konuşmaktan keyif aldığını görünce rahatlıyorsunuz, kendi muhabbetinize devam ediyorsunuz. Aslında tanımadığınız bu yabancıyla ilgili içten içe memnuniyet duyuyorsunuz çünkü çocuğunuzu oyalaması o anda işinize geliyor. Birden merak edip çocuğunuzun yabancıyla konuşmalarına kulak kabarttığınızda ise şaşkınlık içinde kalıyorsunuz. Anne-babasının cahil olduğunu ve koydukları kuralların saçmalık olduğu için dinlenmemesi gerektiğini telkin ediyor, hatta bunu o kadar eğlenceli anlatıyor ki çocuğunuz dinlerken keyiften yüzünde güller açıyor. Öğretmenleri ile nasıl dalga geçebileceğini, arkadaşlarına nasıl zorbalık yapacağını, ebeveynlerinden öğrendiği dinî bilgilerin, ahlak kurallarının utanılacak şeyler olduğunu anlatıyor. Siz fark edip engel olmak için giriştiğiniz her teşebbüste sizi sakin bir üslupla tehdit ediyor: “Beyefendi, hanımefendi; çocuğunuzu becerip zapt edemiyorsunuz, onunla uğraşmak da istemiyorsunuz. İsterseniz aradan çekileyim ama olacaklardan ben sorumlu değilim. Bakın, çocuğunuz nasıl da sakin sakin duruyor, eğleniyor, sizin muhabbetinizi bölmüyor. Öylece durup uslu uslu benimle konuşuyor. İsterseniz gidebilirim. Çocuk sizin çocuğunuz elbette. Ama bana yine ihtiyacınız olduğunda köşede bekliyor olacağım.”
Adam giderken çocuğunuzu kendini yerlere atarken buluyorsunuz ve adam köşeye varmadan sesleniyorsunuz: Dur, gitme. Vazgeçtik seni kovmaktan. Ama bir şartımız var: Bazı konularda konuşmanı istemiyorum, dinî konulara girmeyeceksin, millî konularda çocuğumu duyarsızlaştırmayacaksın, ahlakını bozmanı istemiyorum, cinsiyetiyle ilgili kafasını karıştırmayacaksın, bir de şiddete meyletmesini asla kabul edemem. Yabancı adam kinayeli şekilde, sanki dalga geçercesine kafasını sallıyor. Ama içten içe siz de o da ne olacağını biliyor. Her bir kırmızı çizginiz geçildiğinde aynı kovalama ve geri çağırma döngüsü tekrar ediyor. Kurallar konuyor, tehditler savuruluyor, bağırış çağırışlar oluyor. Ama yabancının her geri dönüşü daha etkili oluyor. Ve nihayetinde siz önemli(!) işlerin peşinde koşarken çocuğunuz oracıkta metamorfoza uğruyor. Bir kelebek gibi özenerek büyütmeyi hayal ettiğiniz çocuğunuz önce tırtıla dönüyor, sonra da garip, saldırgan bir tipe…
Peki, büyük bir hızla çocuğunuzun en yakın arkadaşına dönüşen bu yabancı; çocuğunuzun fıtratını nasıl bozuyor, hangi değerleri empoze ediyor? Bunun cevabını biraz geriye giderek bulmaya çalışalım…
AHLAKİ DEĞERLERİ TARTIŞMAYA AÇAN AKIMIN NETİCESİ
New York Üniversitesi profesörlerinden Louis Raths ve arkadaşları büyük bir akım başlattılar: “Değerlerin Yeniden Belirlenmesi…” John Dewey’in öğretilerine dayanan bu yeni akım şaşırtıcı biçimde desteklendi. 1966 yılında basılan “Values and Teaching: Working with Values in the Classroom” kitabı yüz binlerce basıldı ve bilhassa ABD’deki öğretmenler arasında revaç bulup eğitim sisteminde köklü bir reforma sebep oldu. Artık bir toplumun yüzlerce yıllık geçmişinde oturttuğu ahlaki değerler tartışmaya açılıyordu. Cömertlik, hoşgörü, alçakgönüllülük gibi değerleri öğretmeyi hedeflemek yerine öğrencinin kendi tarafından sorgulanarak bulunan bir şeyleri benimsemesi arzulanıyordu. Herhangi bir değer için öğrenciye şu soruları yöneltmek gerekiyordu: Bu değer sana ne hissettiriyor, kendi başına mı bu değeri seçtin, yoksa üzerinde bir baskı mı hissettin, niye bu değeri seçtin vs.
Henüz bilgisi olmayan ve nefsine, hazlarına göre hareket etmeye meyyal bir çocuktan değer sistemini kendisinin belirlemesini istemek ve ailelerin, öğretmenlerin bu süreçte sadece soru sorucu bir rolde olmalarını ama cevaplarını çocuklara bırakmalarını beklemek sizce nasıl neticeler doğururdu?
Bu sorunun cevaplarını biliyoruz çünkü sonuçlarını yaşamaktayız. “Ne istiyorsan onu yapabilirsin, herkes ne derse desin, sen bildiğini yap, ezberleri boz, tutkularının peşinde koş, toplumsal kuralların canı cehenneme, sen biriciksin, kendini sev” gibi telkinlerle büyüyen çocuklar ilk önce Amerikan toplumunda yaygınlaştı, sonra da bir pandemi gibi Hollywood’dan başlayarak internet aracılığıyla bütün dünyaya yayıldı.
Aslına bakarsanız ekranlar üzerinden çocuğumuzun muhatap olduğu yabancıların çocuklarımıza telkin ettiği en önemli değer, hiçbir değeri kabul etmemesi gerektiği ve kendisinin bir fert olarak kendi değer yargılarını oluşturabileceğidir. Yani her türlü otorite reddedilmelidir. Bu otorite onu canından çok seven ve düşünen anne-babası da olabilir, öğretmeni de olabilir, kanunlar da olabilir, dinî bilgiler de olabilir, toplumsal normlar da olabilir. Kısaca her şeyi reddedip otoriteye isyan ederse hür olacağı fikri ince ince ve profesyonelce işlenir. Böylelikle çocuk üzerindeki tek otorite ekrandan onunla konuşan yabancı olur.
Aslında tablo net, tercih ise bizlerin. Yabancıya emanet edilmiş sessiz ve uslu bir çocuk mu yoksa emek vermemiz gereken, soru soran, evimizi dağıtan ama fıtratı bozulmamış, bizim kontrolümüzde olan bir çocuk mu? Tarlaya ilk tohumları ekmenin tatlı telaşı mı yoksa rehavete kapılıp bir şey olmaz diyerek çocuğumuzun tarlasını bir yabancıya emanet etmek mi?
İlk tohumları ekranlar yani yabancılar değil biz ekelim. Çocuklarımız parlak ekranların karşısında mat kalmasın; anne-baba eli değmiş gibi yeşersin, filizlensin. Unutmayın sıcak bir dokunuş, parlak bir ekrandan her zaman daha caziptir.
.....
Kaynaklar:
1. Özen Ö, Kartelli F. Türkiye’de Yayın Yapan Çocuk Kanallarında Yayınlanan Çizgi Filmlerdeki Şiddet Olgusunun Analizi. Marmara İletişim Dergisi. 2017; 27: 81-93.
2. Bloom P. Just Babies: The Origins of Good and Evil. New York: Crown; 2013.
Geniş Açı - Fikir ve tartışmada son yazılar...