Türkiye Gazetesi E-Gazete
Arama
Kaydet
a- | +A

Prof. Dr. Burak Gönültaş

Devlet tarafından ifşa edilmelerine rağmen üretiminde hile ve tağşişe devam eden işletmelerin varlığı, meselenin yalnızca hukuki yaptırımlarla çözülebilecek bir problem olmadığını gösteriyor. Cezalar var, ifşa edilmek caydırıcı olmalı; öyleyse problem nerede?

Türkiye’de yaşanan tağşiş olayları ve dışarıda yedikleri gıdalardan zehirlenen insanların durumları hepimizin malumu. Bazı uzmanların bu tür olayları “gıda terörü” olarak nitelendirmesi boşuna değil; zira bu vakalar hem insanların sağlığını tehdit ediyor hem de toplumun gıdaya duyduğu güveni köklü biçimde sarsıyor. Dahası, devlet tarafından ifşa edilmelerine rağmen üretiminde hile ve tağşişe devam eden işletmelerin varlığı, meselenin yalnızca hukuki yaptırımlarla çözülebilecek bir problem olmadığını gösteriyor. Cezalar var, ifşa edilmek caydırıcı olmalı; öyleyse problem nerede?

Aslında zehirlenme vakaları ve tağşiş olayları daha geniş bir sosyal bozulmanın yüzeye vuran belirtileri olarak karşımıza çıkıyor. Son yıllarda insanların yeme içme davranışlarında belirgin bir değişim yaşanıyor. Artan reklamlar, yükselen paket servis trendi ve hızla çoğalan yeme-içme işletmeleri, toplumdaki talep dönüşümünün açık göstergeleri. Peki, bu dönüşümü besleyen sosyal değişim nedir?

SOFRA KÜLTÜRÜ ZAYIFLADI

Yeme içme, yalnızca fizyolojik bir ihtiyaç değil; aynı zamanda kültürel kodlarla, sosyalleşme pratikleriyle ve belli ahlaki davranış biçimleriyle iç içe geçmiş bir eylemdir. Oysa modernleşme süreci, aile ve akrabalık ilişkilerinin çözülmesi, insanların gündelik hayat ritminin hızlanması ve bireyselleşmenin artması gibi faktörlerle bu alanı da derinden etkilemiştir. Evde yemek pişirme ve ailece sofraya oturma kültürü zayıflamış; yemek, bir toplumsal bağ kurma vasıtası olmaktan çıkarak hızlıca tüketilen bir gerekliliğe dönüşmüştür.

Bu dönüşümde iş hayatının yoğunluğu ve aile yapısının küçülmesi önemli bir etkendir. Hane üyelerinin hem erkek hem kadın olarak iş hayatında aktif olması, zamanın büyük kısmının iş, trafik, alışveriş ve benzeri telaşlarla geçmesine yol açmakta; böylece yemek hazırlamaya ayrılacak vakit giderek azalmaktadır. Nitekim Gamze Cizreli’nin de belirttiği gibi dışarıda yeme alışkanlığı özellikle kadınların iş hayatındaki artışla paralel olarak yükselişe geçmiştir(1). IPSOS verileri de bu tabloyu doğrulamakta; yalnızca 2024 yılında hazır yemek sektörü %5 büyümüş, yaklaşık 2 milyar yemek siparişi verilmiş; evlere sipariş ve mekânda yemek oranlarının da arttığı görülmüştür (2).

HIZLI YEMEK, HIZLA ARTTI

Bütün bu gelişmeler, hızlı yemek hazırlayan, dondurulmuş ya da katkı maddeli ürünler kullanan işletmelerin hızla çoğalmasına zemin hazırlamıştır. Bu durum, bir yandan sağlıksız gıdaya maruz kalma riskini artırırken, diğer yandan aile içi sosyalleşme ve ortak yemek kültürünü zayıflatmaktadır. Yemek, giderek yalnızca “karnı doyurma” işlevine indirgenmekte; haz ve gösteriş odaklı tüketim, yeme içmeyi sosyal bir faaliyet olmaktan uzaklaştırmaktadır.

Bu değişimden faydalanmak isteyen yeni ve niteliksiz işletmeler ise sosyal medyanın gücüyle hızla yayılmakta; insanlar çoğu zaman yalnızca “oradaydım” demek veya görüntü paylaşmak için bu mekânlara gitmektedir. Hatta yalnızca yemek yemek üzere şehir şehir gezen fertlerin sayısı bile bu kültürel dönüşümün boyutlarını göstermektedir.

Elbette sektörün mühim bir kısmının hijyen ve kalite standartlarına riayet ettiğini belirtmek gerekir. Ancak az sayıdaki denetimsiz ve vicdan yoksunu işletmenin insan sağlığını hiçe sayarak faaliyetlerine devam etmesi, yalnızca hukuki denetimlerle çözülemeyecek yapısal bir problemle karşı karşıya olduğumuzu ortaya koymaktadır. Tam da bu noktada, tarihî Ahilik Teşkilatı’nın temsil ettiği değerler sistemi örnek bir çözüm olarak karşımıza çıkıyor.

Ahilik, yalnızca bir meslek örgütü değil; aynı zamanda bir ahlak, eğitim ve sosyal düzen sistemidir. Ekonomik faaliyetin ahlaki prensiplere uygun yürütülmesini esas alır. Dürüstlük, adalet, hileli üretimden kaçınma, kul hakkı yememe, cömertlik ve sosyal dayanışma gibi prensipleri merkeze alır. Ayrıca kendi iç denetim mekanizmalarıyla kalite kontrol, fiyat düzenlemesi ve hileli üretimin cezalandırılmasını sağlar. Sivil toplum niteliği sayesinde esnaf üzerinde güçlü bir etik rehberlik de oluşturur. Bugün böyle bir yapıya olan ihtiyaç hiç olmadığı kadar açıktır.

Sonuç olarak, gıda güvenliğini tehdit eden zehirlenme vakaları ve tağşiş uygulamaları, modern hayatın getirdiği sosyal çözülmelerin bir yansımasıdır. Evde yemek kültürünün zayıflaması, hızlı tüketim mantığının hâkim olması ve yemeğin sosyal bir paylaşım olmaktan çıkıp haz odaklı bir tüketime dönüşmesi, sektörün kontrolsüz şekilde büyümesine ve etik dışı işletmelerin çoğalmasına yol açmıştır. Bu durumun çözümü yalnızca hukuki yaptırımların artırılması değil; aynı zamanda Ahilik örneğinde olduğu gibi, ekonomik faaliyeti ahlaki değerlerle bağlayan güçlü bir sivil toplum ve kültürel bilinç inşasını da gerektirir. Toplumsal huzur ve gıda güvenliği ancak bu bütüncül yaklaşımla yeniden tesis edilebilir.

.....

(1) https://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/calisan-kadin-artti-disarida-yeme-icme-7-milyar-dolar-oldu-20680407

(2) https://www.marketingturkiye.com.tr/haberler/2024te-2-milyar-yemek-siparisi-verildi/

ÖNE ÇIKANLAR