Kazan kazan ver kazana

A -
A +
Gaziantepliler, "kazana verdiğin zayi olmaz" diyorlar, "ölüsü bile para, bıkarsan satarsın zoru yok ya!"
Antep kalesinin karşısında ihtiyar hanlar, ufak dükkânlar... Kimi kalay yapıyor, kimi lehim çekiyor. Yaşlı bir bakırcı gözlüğünü burnunun ucuna indirmiş, çın çın sürahi dövüyor. İzin istiyorum "bir fotoğrafınızı çekebilir miyim acaba?"
-Keyfin bilir, sorduğun hata.
Çekiyorum laf atıyor: "O sırtındaki çanta kaç okka?"
-Bilmem tartmadım ama yerinden kalmıyor.
-Gel şöyle otur soluklan, Antep kaçmıyor. Aha şurada.
Sevimli çırağına bir göz kırpıyor, çocuk ne zaman kayboluyor anlamıyoruz, lahmacun ve ayranla dönüyor. Nevaleyi eritiyoruz ki çaylar geliyor. Bu arada sohbetimiz de dem tutmuş oluyor.
Ali Usta 54 yıldır bakır dövüyormuş, çekici eline aldığında 8 yaşındaymış daha. Ustası Sami Hastaoğlu işine hastaymış. Çırak seçerken ince eler sık dokur, maharetinden ziyade neyine bakarmış biliyor musunuz "ahlakına!"
Önce bir yoklama müddeti... Sabırlı mı, tez canlı mı? Dayanıklı mı, alıngan mı? Tembel mi, çalışkan mı? Ana baba zoruyla mı geliyor, yoksa öğrenmekte kararlı mı?
Hacı bizim tıfıl da gelsin gitsin, ne kaparsa?
Yok öyle yağma. Sanatkâr kolay yetişmiyormuş zira. Onca emek, onca çile, yerini bulmadıktan sonra...

SİNİCİ, SÜRAHİCİ, SAHANCI
O yıllarda Gaziantep'te yüzlerce bakırcı varmış, çarşılar çekiç sesinden geçilmez, kuytular bile çınlarmış. En az otuz tanesi kalburüstü ustaymış. Deki işin profesörleri, bakır okutur, bakır yazdırırlarmış.
Usta dediğin baba yarısıymış, elemanı evladı ile bir tutarmış.
Bakırcılar her işe atlamaz umumiyetle bir kalemde uzmanlaşırlarmış. Bazısı sadece güğüme çalışır, bazısı kayık tabak yaparmış.
Öyle kazancı deyip geçemezmişsin. Arab kazanı dövenle don kazanı (çamaşır için) döven aynı olmazmış. Reçel kazanları, mahsere kazanları (şire pekmez için), dolma kazanları, kelle kazanları, helva kazanları, köşenesi, kuşganası hep ayrı ayrı sanatkârın elinden çıkarmış.
Çırak sabah ezanı ile yola düşmeli, gün doğmadan dükkânı açmalıymış. Ocağı yakmalı, körüğü hazırlamalı, çaydanlığı mangala oturtmalıymış. Ustası gelene kadar zemine su serpmeli, talaş atmalı, dip köşe süpürüp parlatmalıymış. Vitrin "cam gibi" olmalı, malların tozu alınmalıymış. Misafir yerde çöp görse "aaa ne ayıp" der, çırağın yüzüne bakarmış.
Bakırcılar cumaları çalışmaz, yıkanır, paklanır, ıtırlanır camiye koşarlarmış. Mübarek günü vaaza, nasihate, ibadete, ziyarete ayırırlarmış. Çıraklar da soluklanır, gezer dolaşır, enerji toplarlarmış.
ALET İŞLER EL ÖVÜNÜR
Bakırcıda sayılamayacak kadar çok alet olurmuş. Misal en az 25 çeşit çekiç varmış ki adlarını öğrenmek aylarını alırmış.  Örs deyip geçmeyin, çolak örs, saplı örs, akis örsü, cezve örsü, leğen örsü hep farklı farklıymış. Çıraklar aletlere mukayyet olmalı, makasları, havyaları, nallamayı, eblaşı yerinden alıp yerine koymalıymış...
Çırak ustasına "şunu getir" dedirtmemeli, işi cin gibi izlemeli, yeri gelen aleti şak diye uzatmalıymış. Misafir oturdu mu ustasının gözüne bakmalı, işareti alınca bi nefes çaya çorbaya koşturmalıymış. O yıllarda sadece tava, tencere değil, tabak, bardak, kase, sürahi de bakırdan yapılırmış. Güğümler, bakraçlar, maşrabalar, aşurelikler, gülabdanlar, taraklıklar, kildanlıklar, zemzemlikler, şekerlikler, biberlikler, lokumluklar, kahve tepsileri, fincan zarfları, yumurta sahanları, künefe kapları, pilav lengerleri, hamedanlar, semaverler, sefer(iye) tasları, su satılları, mayam sebilleri, paşa mangalları mutlaka bakır olmalıymış. Bakır, hamam tasından minare alemine tek kale maç yaparmış, tabiri caizse sultanmış. Üstelik bunlar evladiyelikmiş dededen toruna kalırmış.
O zamanlar böyle arsa borsa mı var, işini bilen tasarrufunu altına, gümüşe ve "bakıra" yatırırmış.
MOTOR GİRDİ MERTLİK BOZULDU
Şimdi zenaat nispeten kolaylaşmış, bilmem kaç tonluk presler, bilmem şu kadar devirli sıvama tezgâhları levhayı şekle sokuveriyorlarmış. Sanatkâra da sadece kalem atmak kalıyormuş. Cila motorları yayıldı yayılalı perdah işi de zahmet olmaktan çıkmış.
O zaman (1960'larda) böyle makineler neredeee? Kuğu boyunlu ibrikler bile dümdüz plakadan çıkarılırmış. Bakır levha önce tavlanır, şimşir tokmaklarla dövülüp kamburlaştırılır, şekle girmesi aylarını alırmış. Eh, ömür törpüsü tabiri boşuna çıkmamış.
Bakır iyiymiş hoşmuş da hararetten hoşlanmazmış. Bu yüzden kömürle değil odunla tavlanırmış. Dövülen bakır hem güzelleşir, hem de sıkılanır mukavemet kazanırmış.
Neyse diyelim hamdın piştin, yandın oldun.
Dahası askere gittin tezkere aldın.
Ustalar kalfalarını kendilerine rakip görmez dükkân açması için cesaretlendirir, arkalarında dururlarmış. Hatta eli kalabalık olduğunda "sen git falana selamımı söyle, ha ben, ha o" der, bir nevi reklamını yaparlarmış.

AĞZININ TADINI BİLENE  
Bakır iyi bir ısı iletkeni olduğuçün kül üzerinde bile iş görür, aşı ufaktan tıkırdatırmış. İşte böyle hazin hazin pişirebildiği için yemeğe lezzet katarmış. Ayntaplılar ağızlarının tadını bilir, çaydan bir yudum aldılar mı bakırda pişip pişmediğini anlarlarmış. Kahve illa ki bakır cezveden taşmalı köpüğü zayi edilmeden fincana alınmalıymış... Ha bu arada hatırlatalım menengiç kahvesine de bayılırlarmış, seyyarlar sütle haşlar, güğümle satarlarmış.
Peki ya bakır çalığı?
"Sahi bakır insanı zehirler mi Ali Usta?"
-İnsanı zehirleyen bakırın çalığı değil, yamağın alığıdır. Sen kabını yıkamaz kirli bırakırsan kalayı erir kızılı çıkar, bir süre sonra yeşil yeşil oksitlenir ki aman ha! Eskiden senenin bir günü (mesela Ramazanı-ı şerif yaklaşırken) evdeki bütün bakırlar toplanır, götürülürdü kalaycıya.
Kalaycı ustaları kapları isinden pisinden arındırır, çökükleri tokmaklar, eksik kulpları takar. Sonra alevden geçirir, nişadır kalay derken ayna gibi parlatırlar. 
Kalaycıdan gelen kapları ya kepekle siler ovalar, ya da bir fincan süt koyar hafifçe kaynatırlar. Bilmiyoruz artık, neden yapıyorlarsa...
AZI KARAR ÇOĞU ZARAR
Bakır havada, suda da bulunur, bir şekilde vücuda alınır ki zaten ihtiyacımız vardır eser miktarda. Ama belli bir eşik geçilince tehlikeli olmaya başlar. Dolayısıyla asitli yiyecekler (salçalı, sirkeli) bakır kapta bırakılmaz asla.
Bakır değişik bir metaldir mantar, bakteri barındırmaz, işte bu yüzden bozuk paralarda, mangırlarda, tramvay askılarında, tırabzan başlarında kullanırlar. Eskiden sanatoryumlarda kapı kolları, somya kafaları ve musluklar bakırdan yapılırmış mutlaka.
CİLALI ALÜMİNYUM DEVRİ
Hatırlar mısınız bilmem, bir ara sokaklarımızda çerçiler dolanmaya başladılar, o canım sinileri, yerinden kalkmaz kazanları toplayıp yerine naylon leğen, melamin tabak ve alüminyum çaktılar.
Ve bir de şey tabii tahta mandal. 
Alüminyum gevşek bir metaldir, şöyle elinizi sürün karası parmağınıza çıkar. Çayı boz bulanık olur, tiryakiye oh dedirtmez, burnunuzun kemiği sızlar. Analarımız da tencereleri inadına telle ovalar, parlatacağız derken dibini çıkarırlar. O zamanlar böyle sağlık sayfaları yok tabii, alüminyumunun beyin ve sinir sistemi üzerindeki menfi tesirleri anlatılmamış halka. Meğer bu artan anemiler, kemik hastalıkları, zeka özürleri, Alzheimerler boşuna değilmiş.
Öğrendik ama neden sonra.
Şimdi alüminyum tencere kullanan kaldı mı bilmiyorum, gelgelelim ambalaj ve kozmetik sanayiinde (bazı şampuan ve deodorantlarda) sunuluyor kibarca. Hepsi bir yana alüminyum folyo ile fırınlanan etler tehlikeli eşiğinin üstünde metal taşıyor. Hele bir de yağlı olursa...
Hekimler yırtınıyor, didiniyor...
Kimin umurunda? 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.