Nerede o eski İstanbul

A -
A +

Geçen Hasib Abi, ilkokul yıllarını anlatıyor, 60’lı yılların Yedikule’si, 80 kişilik sınıflar, at arabası ile gidilen mesireler, bostanlar... Dedim; abi anlat da yazalım, okuyucumuz bayılır bunlara. Sen İhlas Vakfı Başkanı Mahmud Kemal Bey’i bulsana dedi, daha fazlası var onda.

 

Gittim, buldum, sordum. Çayımı söyledi ve hiç nazlanmadan başladı o tatlı üslubuyla: Biz Yedikule’de bayağı eskiyiz. Babam çoğunun öğretmeniydi, semtte ağırlığı var.

 

Nerede o eski İstanbul

 

Yazları Uşşaki Camii’nin Kur’ân-ı kerim kursuna giderdim, 8-10 yaşındayım o sıra.

 

Caminin hela bekçisi ak sakallı bir pirifâni, Latin harfiyle okuyamaz. O zamanlar akşama doğru müvezziler dolanır, “yarınki, yarınki” diye gazete satarlar. Hacı amca bir tane alır, yolumu bekler sabırla. “Mahmud evladım, şurayı okur musun bana?”

 

Şurası dediği pehlivan tefrikası. Koca Yusuf, Adalı Halil, Mümin Hoca... Yok, boyunduruk attı, yok tek daldı, paça kaptı.

 

Gözlerini iri iri açarak dinler, gardını alır, sanki kendisi var karşısında…

 

O söylemişti: Uşşaki Cami-i şerifinin yerinde dergâh varmış zamanında. Tekkeler kapanınca sahipsiz kalmış, hatta düğün salonu yapılmış. Menderes devrinde mahalleli satın almış, camiyi yapmışlar omuz omuza.

MİR AHUR CAMİİ

Az ötede İmrahor (mir ahur - ahır emiri) Camii vardır, geniş avlulu, oturaklı bir bina. Eskiden manastırmış. Ayasofya mahkûm edilince, onu da kapatmışlar. Bildim bileli metruk, tamirden geçse mükemmel bir eser olur, semte değer katar.

 

Bir aileye vermişler, bahçe geniş, bekçi gölgede uyuklar. Biz duvardan tırmanır içeri atlardık, incirlere dalardık pervasızca.

 

Ağaçlardan çitlembik toplar patlangaç yapardık. Yani bir nevi piston, basarsın hava sıkışır, tohumu mermi gibi atar. Olmadı üflersin o da işe yarar.

 

Zemin taş döşeliydi, mihrabı minberi yerindeydi hâlâ. Duvarlar sağlam, bi’ ahşap tavan çökmüş o kadar. Tarihî eseri kullanmak lazım, küsüyor yoksa.

 

Gelelim semte adını veren hisara.

 

Biliyorsunuz Osmanlı diğer ülkelerde daimi elçi bulundurmaz. Ama onların elçileri olur İstanbul’da. Eğer harp açtılarsa elçiyi Yedikule’ye alırlar ki kimse dokunmaya. Adı zindan ama kalenin içi mahalle gibidir, hayat devam eder kendi çapında.

 

Nerede o eski İstanbul

KÜRKÇÜ, KASAP

Burçlara gelmeden meydanda şirin bir camii göreceksiniz. Hacı Hüseyin Ağa yaptırmış, sultanın kürkçü başıymış zamanında.

 

Hasan Yavaş Hoca’yı orada tanımış, cemaatine katılmıştım. İyi anlaştık kaynaştık, eniştem oldu sonunda...

 

Hacı Evhaüddin adlı bir kasap da kesesinden külliye yaptırmış. Hem kime? Mimar Sinan’a!

 

Hamamı, mektebi ile tam tekmil. Hazirede sıra sıra mezar taşları, belli ki ulema, şuera, üdeba. Kim bilir kimler yatıyor orada.

 

Ben hâlâ çıkar sur içini dolaşırım vakit buldukça. Kocamustafapaşa, Küçükmustafapaşa, Kumkapı, Cankurtaran, Eminönü, Fener, Balat, Nişanca...

 

Eski bir taş görsem dururum, arkadaşlar “hah” derler, “buldu yine bi’ antika, şimdi saatle kalır başında!”

 

Birkaç vezinli mermer dikkatimi çekmişti, üzerinde eğreti bir gece kondu. Meğer Leylek Yuvası Camii’ne aitmiş, Hasan Hoca ön ayak oldu, yaptırıldı daha sonra.

 

Eski evler ahşaptır, yangın hızla yayılır, büyük sahalar açılır, oyun yeri olur çocuklara.

 

Uzuneşek, çelik çomak, saklambaç, kovalamaca…

 

Ne koşardık ama. Sabahtan akşama.

HÜRMETKÂRDILAR

Orucumuzu aksatmazdık, Anadolu’dan gelen bazı ailelerin çocukları tutmaz. Dikkat da etmez, sakınmazlar. Ne bileyim gazoz alır, köpürte köpürte yudumlar, çatır çatır çekirdek yer, dondurma yalar.

 

Lakin Yorgi, Agop, Kirkor asla.

 

Tembihlidirler, acıkırsa gider evine, sessizce atıştırır, hep perde arkasında.

 

Bu yüzden Ramazan-ı şerifler dolu dolu yaşanırdı, azınlık ağırlıkta bile olsa.

 

Yunus Emre Mektebinde okurdum, Alman Demir Yolu İdaresi için yapılan taş bina. Basit ama sağlam, tren geçerken camlar zıngıldar, alışırsınız bir süre sonra.

 

Yazın denize girerdik arkadaşlarla. Hisar önü soğuk olur, bu yüzden Samatya tarafı tercihe şayan. Meğer ılıklığı lağımdanmış, gelir miydi aklımıza?

 

Atını, itini sokan sokana, hayvanlarla yan yana. Bir şeycik de olmadı, aşılanıyor muyduk yoksa?

 

Şimdiki gibi arıtma tesisleri nerede? Çöpü bile sahilde yakar, kepçeyle iterler suya.

 

Tabii ilk lodosta iade eder derya, “alın çöpünüzü, çalın başınıza!”

SESLERİ KULAKLARIMDA

Manav Rum, ayakkabıcı Ermeni’ydi. Ayırmazdık, hangisi uyarsa hesabımıza.

 

Yoğurtçular omuzlarına bir sırık atar iki yana tepsi asar, çıngırakla dolanırlar. Kâseyle koşarsın önce darasını alır, sonra bakır küreği çalışmaya başlar. Kaymak bir parmak, şimdi nerede öyle yoğurtlar? 

 

Aksekili yağcılar vardı, beygirin etrafı çepeçevre teneke, şişenizi alıp gidersiniz litre ile ölçer, huniyle akıtırlar. Zeytinyağı, mısır özü, çiçek, pamuk, susam... Ne ararsan?

 

Mahrukat ihraktan gelir, ateşten. Odun, kömür satarlar. Eğinli ya da İliçlidirler. Erzincan’dan...

 

Yufkacılar ve şekerciler Kastamonuludur.

 

Karadenizliler ekmek işine el atmamıştı daha, fırıncı ya Eflâni’de yetişirdi ya da Safranbolu’da.

 

Bulgar bir fırıncı vardı; kekler, kurabiyeler de yapar... Bir nevi unlu mamuller diyebilirdiniz ona.

 

Nerede o eski İstanbul

LAĞIMCI LEHİMCİ KALAYCI!

Elinde kazma kürek ve altılık demirle dolanan lağımcılar olur, demek sık tıkanıyordu o sıra.

 

Lehimcilerin elinde pürmüz. Baca kenarlarını galvanizle dolar, peynir tenekelerini kapatır, banyo kazanlarını onarırlar...

 

Hallaçların omzunda yay elinde tokmak, kalaycılar körüklerini münhal bir arsaya kurar, nişadır kokusunu alan bakırlarla koşar.

 

Balıklı Rum Hastanesinden Tabip Niko haftada bir ücretsiz bakardı halka. Duyduk ki, Kıbrıs hadiselerinden sonra gitmiş Yunanistan’a... Rum İlkokulu vardı, kızlar, oğlanlar, azalıverdiler bir anda.

 

Alt komşumuzun oğlu Zoza adlı bir Rum kızına âşıktı, evlenmeye kalkmış, söz kesmişler aralarında. Oğlanın babası İstiklal Savaşı gazisiydi, mâni olmadı. Ama öbür taraf karıştı, kızı apar topar kaçırdılar Atina’ya!.. 

MİSİNA MANTAR ZOKA

Her çocuğun üç beş kulaç misinası olur kurşun, mantar, zoka... Boş kaldın mı midye takar salarsın suya.

 

Daha ziyade kaya balıkları takılır, pek tavaya gelmez, çorbası yapılır.

 

Sandal tutup açılanlar çapari ile istavrit tutar, her seferinde yedişer sekizer alır, hazneyi doldururlar.

 

Balık en çok da beyaz tüye atlar, kaz besleyenler, bütün mahalleye çapari yapar.

 

O gün bizim Mustafa ile Samatya’ya inmiş. Kıllı Talât’tan bi’ sandal kiralamıştık. Küçük güdük bir tekne verdi, biraz sağırca. Diğerleri sülün gibi süzülüyor, bu bilek zoruyla.

 

Altmışlı yıllarda plastik diye bir şey yok, her şey cam. Gemiciler güzel güzel şişeleri, iri kavanozları suya atmışlar. Avrupa malı, salça yapacak, turşu kuracaksan on numara.

 

Dur şunu da alalım, bunu da derken dalmışız, bir baktık Hayırsız Ada yanı başımızda.

 

Gidelim dedik hem ikindiyi de kılarız rahatça.

 

Deniz pırıl, tek tek taşlar görünüyor suyun altında. Çok da oyalanmadık ama hava kararır gibi oldu bir ara.

 

Döndük kayığa, küreklere asılıyoruz ama boşuna.

 

Hani “Az gittik uz gittik gece gündüz düz gittik. Döndük baktık bir arpa boyu” derler ya... Rüzgâr karadan esiyor, alıp bizi atacak Bandırma açıklarına.

 

Gün iyice döndü sular karardı, çaktırmıyoruz ama ufaktan panikledik yalanı yok ya.

BU DA DURMAZSA?

Balıkçı motorları da ağları toplamış dönüyor, bildik bir tekne yaklaştı, Samatya’dan gözüm aşina.

 

Hafiften gaz kesti “nerenin kayığı bu?” 
- Samatya’nın. 

 

Gülüştüler “buralara gelmesi kolay ama dönmesi zordur, bakalım nasıl varacaksınız kıyıya?”

 

Yürüdü gitti. Gelen gidiyor, gelen gidiyor, yok kürekle olmayacak, birisine takılmamız lazım mutlaka.

 

Son bir motor geliyor, başka da yok.

 

Sağ olsun yanaştı. “Biz Yenikapı’ya gidiyoruz” dedi, “sizi sahile kadar çekelim, ipiniz var mı?”
- Yok.
- Kendileri bir urgan buldular. Sandalı bağladılar. “Atlayın gelin motora!”

 

Kaç saattir kürek çekmişiz, dilimiz yapışmış damağımıza. 
- Susadınız mı?
- Hem de nasıl.

 

Testiyi uzattılar, lıkır lıkır içtik.
- Aç mısınız? 
- Eh işte biraz.

 

Bir somun getirip kırdılar. Yarısı bana, yarısı Mustafa’ya. Nasıl lezzetli geldi, pasta yiyoruz âdeta.

 

Kırıntıları bile topladık oh elhamdülillah.

YAK BURDAN

- Sigara içiyor musunuz?
Tiryakiye sorulur mu, demek ki kıvrandığımız belli oluyor.

 

Paketi uzattılar, yiyoruz âdeta. Üç beş fırtta dibine geldik. 
- Yak bir daha.

 

Motor güçlü tabii, hızla yaklaşıyoruz karaya. “Mustafa” dedim “cebindekileri boşalt ne varsa verelim bunlara.”

 

Üç beş eski pangınot çıktı, biraz da mangır kattık yanına.

 

Reisin kaşları çatıldı “ne bu?”
- Abi mazot parası diye şeyttirmiştik yani o bakımdan...
- Koy onu cebine, duymamış olayım bi’ daaa. 
- Abi hediye say. 
- Olmaz öyle şey! Can parası mı alacağız? Ölürdünüz len orada!

 

Neyse Samatya Hastanesi önlerinde sandala geçtik, gerisi kolay.

 

Baktık bir pat pat pat sesi, Kıllı Talât motorla çıkmış bizi arıyor. Görünce pek sevindi. Karşıdan “Moruk” diye bağırdı “Adaya mı gittiniz yoksa?”
- He ya!

 

İsterseniz tadında kalsın, bu hamur çok su kaldırır daha.

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.