Hastanede, aynı bankın birer ucunda oturuyorduk. Dedi ki bana; "-Boynumda, omuzlarımda ve sırtımda ciddi ağrılar, kasılmalar var... İlaç kâfi gelmiyor..." § Ne iş yaptığını, sordum... "-Bazıları beni kendilerine öğretmen bilir", dedi... Ne öğrettiğini, sordum... "-Hiiiç", dedi... § Ama devam etti: "-İki elim ve iki kulağım, dolayısıyla da zihnim hep doludur; çünkü her birinin günlük konuşma ortalaması birer saat kadar olan yirmi küsur öğrencim var..." "-Ne anlatıyorsunuz ki telefonda bunlara?.." "-Ben anlatmıyorum... Ben, dinliyorum; konuşan, onlar!.. Açıyorlar, canları ne zaman konuşmak isterse, ve konuşmaya başlıyorlar..." § İnanamıyordum!.. Ya bu adam hastaydı, veya hastalarla uğraşıyordu... Benimle alay ettiğini filan da sanmaya başlamıştım, ama gayet ciddi görünüyordu... Sordum tekrar. Çünkü sormadan, öğrenmeden duramazdım ki artık... "-Konuşurken ne öğrenebilir ki öğrencileriniz sizden?.." "-Onlar benden bir şey öğrenmiyor ki, ben onlardan öğreniyorum!.." "-Ne öğreniyorsunuz peki?.." "-Susmayı!.. Yani sabretmeyi!.. Bana sabrı öğreten kişilerin kahrı hiç çekilmez mi?.." § Yetmedi, gene sordum: "-Peki, efendim; lütfen söyler misiniz, sizin öğrencileriniz veya kendilerinin sizin öğrenciniz olduğunu sanıp öyle söyleyenler sizden hiçbir şey öğrenmeyecekler mi?.." "-Öğreniyorlar; Kulaklarını açmayı... ..... Ama şimdi "öğrendiklerini" bilmiyorlar... Yani şimdi öğrendiklerini "öğrenmiş olduklarını" birdenbire farkediverecekler günü geldiğinde, ve sonra onlar susacaklar!.. Çünkü susmak bir makamdır... Konuşabilememek, maharet ister!.. (Sonu yarın...)