Ekmek bulamayan, pasta yesin!

A -
A +
Tayyarede yemek yiyorum. Hostesten ekmek istedim. "Türk müsünüz?" diye sordu. "Nereden anladınız?" dedim. "İkinci ekmeği istemenizden... Seversiniz siz ekmeği" demez mi? Ne yapalım, biz ekmeksiz doymayız.

Biraz da ekmek buyurun!

Ekmek Türk sofrasının esasıdır. Pilavla, mantıyla, hatta neredeyse börekle bile yenir. Yemek azsa, "Biraz da ekmek buyurun!" diye hatırlatılır. Ekmeğini evde yapmak bir üstünlüktür. Damadın "harmanından ekmekli, davarından kurbanlı" olması makbuldür. Bunun da somun, yufka, fodla, pide, fırın, lavaş, tandır ekmeği gibi şekil veya pişirme tarzı değişik olmak üzere çeşitleri vardır.
Ekmek, mukaddes bir gıdadır. Yerde ekmek parçası gören; alıp öper, yüksek bir yere koyar. Yahudiler, Mısır'ı terk ederken, yanlarında maya olmadığı için, ekmeği mayasız yapışlarını bugün hamursuz bayramında anarlar. Hristiyanlar, İsa aleyhisselâmın ekmeği takdis ettiğine inanarak komünyon âyinlerinde yer verirler. Yeni Gine'de ekmek ağacı vardır. Ekmek ile patates arasında bir meyve verir. Adanın İngiliz valisi, ağacın tohumunun bile dışarı çıkarılmasına izin vermezdi. Savaştan sonra tek Türkiye'ye izin verdi. Bir şey çıkmadı.
Tabirlere bile girmiştir: Ekmek çarpsın ki!; Ekmek hakkı; Ekmek, aslanın ağzında; Ekmek parası; Ekmeğim haram olsun; Ekmek kavgası; Ekmeğini taştan çıkarmak; Ekmeğini yemek; Eli ekmek tutmak; Ekmek elden, su gölden; Oradan bize ekmek çıkmaz.
Dünyanın en usta fırıncıları Holandalılar ile Türklerdir. Eskiden fırıncıların çoğu Karadenizli idi. Rusya'da bile fırın açarlardı. Vaktiyle su meraklıları gibi, ekmek meraklıları vardı. Ekmeğin pişkinini, odun ateşinde pişmişini alabilmek için Beşiktaş'ta Aynalı Fırın, Aksaray'da Hasanpaşa Fırını; Süleymaniye'de İnce Fırın gibi uzaklara gitmeyi; hatta Bursa'dan Kocabıçak'tan getirtmeyi göze alırlardı. Vaktiyle buğday ekmeği zenginin, arpa ekmeği fakirin harcıydı. Şimdi zenginler, sıhhî sebeplerle arpa ve çavdar ekmeğine rağbet ediyor.

Son söz ekmeğin!

Fransa'nın zavallı kraliçesi Marie Antoinette'e atfedilen, ama aslında La Bruyere'in bir romanında geçen "Ekmek bulamıyorlarsa, pasta yesinler!" sözü meşhur olmuştur. İnsanlar bol olan nimetten gafildir. Ekmeğin kıymetini de harb çıkınca anlar. Amerikan başkanı Hoover, "Harbde ilk söz topların; son söz ekmeğin" demişti.
XVII. asırda Boğaz'ı donduran şiddetli kışlarda, ekmek pahalılanır; hatta bulunmaz olurdu. 1828'de Rusya ile harbden dolayı zahire kıtlığı oldu. Hükümet, Anadolu'dan getirtmeye teşebbüs etti. Ancak nakliye vasıtası kifayetsizdi. İstanbul nüfusunun tamamının sayılması da, ilk defa ekmek ihtiyacını anlamak için bu tarihte yapıldı. 360 bin kişi sayıldı. Evvelce fırınlara günde 900 ton buğday veriliyordu. Bu sefer ordunun ihtiyacı da fazlaydı. Çukurbostan'daki yedek zahireye başvuruldu. Her sene yenilenmesi gerekirken yenilenmediği için, bu da çürümüş veya külçeye dönüşmüştü. Bulunan zahire, değirmenlere gönderilip un hâline getirildi. Asker nezaretinde câmi, kilise ve havra önlerinde halka dağıtıldı. Yiyenin hastalandığı bu ekmeği Tarihçi Lûtfi, "Her biri yumruk kalınlığında simsiyah bir somun ki, Rabbim göstermesin, yenilir yutulur şey değil!" diye tasvir ediyor. Öyle ki beyaz ekmek, en kıymetli metâ hâline geldi.
I. Cihan Harbi'nde ekmek vesikaya bağlandı ve kalitesi de iyice düştü. Süpürge tohumları, mısır koçanları, biraz darı veya arpa, pek az da mısırla karıştırılıp öğütülerek ekmek yapıldı. Fırında tamamen dağıldığı için, tavalar içinde pişirildi; bu da yetmeyince, içine kimseye ne olduğu söylenmeyen bir şey karıştırıldı. Çok sonra bu "mahud madde"nin tuğla ve kiremit imalinde kullanılan Kâğıthane çamuru olduğu anlaşıldı. Bu devirde Sadrazam Talat Paşa'nın bu ekmekten yediği; Enver Paşa'nın ise çok sevdiği atını francala ile beslemeye devam ettiği söylenir.
Türkiye, II. Cihan Harbi'ne katılmadığı halde, ordu devamlı sefer hâlindeydi. Üstelik o senelerde esaslı bir kıtlık oldu. Bu sebeple mahsulün çoğunu hükümet elinde tuttu. Şehirlerde ekmek vesikaya bağlandı; kalitesi de düşürüldü. 9 Mayıs 1942'ye kadar şahıs başına 300 gram verilirken; bu tarihte yarıya düşürüldü. Millet, doymak için nohuta hücum etti. Hitler, savaşın başlarında Türkiye'den iyi fiyat verip epey zahire ve yemiş almış; Allahtan nohuta dokunmamıştı.
Ekmek karnesi 1946 sonlarına kadar devam etti. Köyde akrabası olan şehirliler buraya misafir giderek doya doya ekmek yiyebildiler. Sadece ekmek değil; un, şeker, gazyağı, kaput bezi, lastik ayakkabı karne ile idi. Karnesi olmayan karaborsadan 18 kuruşluk ekmeği 100 kuruşa alırdı.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.