* Fatih Sultan Mehmet, İstanbul kuşatılmasında Bizans'ta bulunan casusları vasıtasıyla şehrin askerî sırlarından birçoklarını öğrenmişti. Hatta sultanın gizlice şehre girip haber topladığına inanılmıştır...
Eski Türklerde casusa "çaşıt" derler. Nizamülmülk, Siyasetname’de dünyanın her tarafına tüccar, seyyah, derviş, tabip kılığında casuslar gönderilmesini tavsiye eder. Bâtınîlerin güçlenmesini de Selçuklulardaki istihbarat zaafına bağlar. Nitekim Sultan Alpaslan’ın mertliğe aykırı bulduğu için casusluğa itibar etmediği söylenir. Emîr Timur, Anadolu halkını ayaklandırmak üzere, her kılıkta casuslar kullanmıştı.
Bilecik tekfuru, Yarhisar tekfurunun kızı ile evlenirken, Osman Gazi de düğüne davet edildi. Maksat, onu gafil avlayıp öldürmekti. Mert bir zat olan Harmankaya Tekfuru Mihal, dostu olan Osman Gazi’ye komployu haber verdi.
Osman Gazi, düğün hediyesi olarak Bilecik tekfuruna bir sürü kuzu gönderdi. Düğünden sonra yaylaya geçeceklerini söyleyerek, eşyalarıyla kadınlarının kaleye alınmasını ve düğünün açık bir yerde yapılmasını rica etti. Tekfur, bunları kabul etti.
Osman Gazi, eşya yerine, atlara silah yükletip, kırk kadar askeri kadın kılığında Bilecik’e gönderdi. Kaleye giren askerler, sadece nöbetçilerin kaldığı kaleyi kolayca ele geçirdiler (1300).
Fatih Sultan Mehmet de İstanbul kuşatmasında Bizans'ta bulunan casusları vasıtasıyla şehrin askerî sırlarından birçoklarını öğrenmişti. Hatta sultanın gizlice şehre girip haber topladığına inanılmıştır...
Martolos isimli gayrimüslim vatandaşlar, bir talimden geçirilerek ecnebi memleketlere casus olarak gönderilirdi. Bunlar ekseri Yahudilerden olur ki, Hristiyanlara ezelî düşmandırlar. Hem haber toplar hem de düşmana mübalağalı bilgiler verip göz korkutarak psikolojik harb yaparlar.
Macar tarihçi Takats Sandor’un naklettiği XVI. asırda İstolni-Belgrad Sancakbeyi Hamza Bey'in, Avusturya elçisine söylediği sözler enteresandır:
“Hiçbir yerde askeriniz olmadığını biliyorum. 6 senedir Viyana'da casusum var. Dilinizi iyi bilir. Ailesiyle beraber yaşar. Bazen papaz görünür, bazen başka şey olur. Siz onu bulamazsınız.”
Fransa sarayında Titus Moldariensis Clericus adıyla 1637-1682 arası 40 sene casusluk yapan Mehmed Ağa, Kaptan-ı derya Küçük Ali Paşa’nın maiyetindendi. Mektupları Cenovalı Giovanni Paolo Marana tarafından neşredilmiştir. Bazıları bunların düzmece olduğunu, Marana tarafından yazıldığını söyler.
Osmanlılar zamanında ordunun öncü kuvveti olan akıncılardan başka seyyahlar, tacirler ve yerli halktan istihbarat toplanırdı. Meselâ açık ticaret şehri Dubrovnik, bir istihbarat merkeziydi. Komşu ülkelerde, Fransa, Venedik, Lehistan ve Rusya’da mahallî ve profesyonel ajanları vardı. Yerli halktan menfaatleri zedelenenler veya kendi hükûmetlerinden sıkıntı yaşayanlar Osmanlılar için casusluk yapardı.
Ancak bu istihbarat, bir teşkilata bağlanmış değildi. Bilgi ihtiyaç duyulduğunda elde ediliyordu. Devamlı bir bilgi akışından söz edilemezdi. Ayrıca gelen bilgilerin teyidi, kullanılan casusların çift taraflı çalışıp çalışmadığının kontrolü mümkün olmuyordu. O gün için dünyanın en ihtişamlı devleti olmanın hasıl ettiği gurur, bir istihbarat zaafı meydana getirmiştir. XVIII. asırda yaşanan mağlubiyetlerin bir sebebi de budur.
Osmanlılar XVIII. asrın başlarından itibaren Avrupa’ya daimî elçiler göndermeye ve diplomatik istihbarata ehemmiyet vermeye başladılar. 1799’da Fransızlar Mısır’a hücum ettiğinde, Paris’te bulunan Osmanlı sefirinin, Fransızların Mısır’ı işgal etmek niyetinin olmadığına dair raporu İstanbul’a gelince, zamanın padişahı Sultan III. Selim, “Ne eşek herifmiş!” diye raporun altına not düşmüştür.
Bir yandan da hükûmet, ülkedeki düşman casuslarını takip ve bulduğunda imha ederdi. Birçok suikast bu sayede önlenmiştir.
İç emniyet işlerini yürüten, yeniçeri ocağı zâbitlerinden asesbaşı adlı polis müdürüydü. Faili meçhul vakaların suçlularını takip ve yakalama işlerine "böcekbaşı" bakardı. Emrinde kadın memurlar da bulunurdu. Maiyetindeki çuhadarlar iç istihbarat işine bakardı. Mahalle bekçisi mevkiindeki asesler de iç istihbarata yardımcı olurdu.
Mahallelerde herkes komşusunun kefili ve anormal bir şey gördüğünde asese ihbar etmesi mecburi idi. Casus kelimesinin, Kur’ân-ı kerimde de zikrolunan menfi manasından dolayı, hırsız ve katiller arasında gezen zabıta memurlarına "tebdil" denirdi.
Sultan II. Mahmud zamanında (1834), istihbarat işleri, bugünkü emniyet müdürlüğünün yerini tutan Zabtiye Müşirliği’ne verildi. Taşralara, olup bitenleri muntazaman merkeze rapor etmekle vazifeli jurnal kâtipleri tayin olundu. Gizli polis teşkilatı da Fransız örneğine uygun olarak Sadrazam Reşid Paşa zamanında kuruldu.
1876’da iki darbeden sonra tahta çıkan Sultan II. Abdülhamid, olup bitenlerden ibret alarak 1880’de güçlü bir istihbarat dairesi kurdu. Halk arasında "hafiyelik" diye bilinen Yıldız İstihbarat Dairesi ile ilk defa modern mânâda istihbarat ve espiyonaj faaliyeti başlamıştır. 30 bin kişilik bu şebeke saraydan başlayarak bütün memleketi çember gibi sarardı.
Hafiye, “gizli” manasına gelen ve ajanlar için kullanılan Arapça bir tabirdir. Bunlar arasında resmî memurlardan başka; Kaşgarlı derviş, Dağıstanlı molla, Hindli dilenci, Sudanlı seyyah, Libyalı şeyh, Kürt, Afganlı, Buharalı hacı, Tatar hoca, oyuncu, hokkabaz, sihirbaz gibi her cins ve milletten insan vardı. Vilayet, hatta sefaret memurları bile buraya dâhildi. Hatta bazen yüksek memurlara saraydan hediye edilen cariye veya ağalar, aynı zamanda istihbarat işi de yapardı.
Hafiyeler, topladıkları bilgileri yazılı ve mühürlü olarak saraya takdim ederdi. Basit bir jurnalin tahkikini emrettiği Serhafiye Kadri Bey, bıyık altından gülünce, “Şimdi seni koğsam, gider Yeni Câmi’ne tezgâh kurar; dava vekilliği yaparsın. Ben bu işlere ehemmiyet vermezsem, gideceğim yer mezardır” demiştir. Mamafih yapılan araştırmalarda çoğu jurnalin boşa çıktığı görülürdü.
Zaman içinde bu jurnallerin ciddiyeti azaldı. Herkes birbirini jurnal etmeye başladı. Saçma havadislerin, hatta iftiraların bini bir paraya düştü. Padişah bunu bildiği hâlde, haber alma kaynağı kesilmesin diye göz yummak mecburiyetinde kaldı.
33 senenin ağır yükünden yorgun padişahı, bu sıkı istihbarat ağı da kurtaramadı. Saraydaki şifre kalemine kâtip olarak, İttihatçıların has adamlarının sızması ve bunun fark edilememesi, dikkate değerdir. “Kader hükmünü icra edince, gözler görmez olur!”
Jön Türkler, Hafiye teşkilatını lağvettiler. Hükûmete bağlı Teşkilât-ı Mahsusa'yı kurdular. Bunlar hafiyelere rahmet okuttular! Bu tür teşkilatlar, sadece istihbarat ile kalmaz; yurt içi ve dışında bazı operasyonlara da girişebilirler. Yıldız İstihbarat Dairesi’nin böyle bir faaliyeti kat’i olarak bilinmemekle beraber; Teşkilât-ı Mahsusa’nın bu sahadaki faaliyetleri pek meşhurdur.
Cumhuriyet devrinde bunun yerini kurulmasında Almanların rol oynadığı Millî Âmâle Hizmet (MAH) aldı. 27 Mayıs darbesinden sonra Millî İstihbârât Teşkilâtı’na (MİT) dönüştürüldü.
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci'nin önceki yazıları...