
İlginçtir, dünyanın neresine gidersem gideyim herkes bozuk düzenin giderilmesi için demokrasiden öte bir çözüm beklemekte. Nasıl ki başarılı firmalarda tam olarak bir demokrasi yok ve genel kurullar tarafından seçilmiş bir elit tarafından güya ahenkle yönetiliyor, en okumuş entelektüel insanlar bile ülkelerin bu şekilde yönetilerek kurtulacağını düşünüyor. Peki başarılı şirket derken kastımız ne? Kârlı şirketler adil mi yönetiliyor? Daha doğrusu vicdanlı bir otokrasi sayesinde eşitlikçi bir dağılım mümkün mü? Bu haftaki yazımda bunları tartışacağız...
Aslına bakılırsa küresel ekonominin karmaşık ve adil olmayan yapısı, toplumların en temel sorunlarından biri hâlinde. Üst kademelerin yüksek maaşları ile alt kademedeki çalışanlar arasındaki uçurum, birçok ülke ve şirketin gündeminde önemli bir yer tutuyor.
İskandinav ülkeleri, özellikle Danimarka, İsveç ve Norveç, bu konuda en iyi örnekleri olarak öne çıkıyor desem yanlış olmaz. Aslında 2000’li yılların başından beri, bu ülkelerde gelir eşitsizliği ve ücret uçurumunu azaltmaya yönelik kapsamlı politikalar uygulanmakta. Örneğin, Danimarka’da, 2010 yılında hükûmet tarafından yürürlüğe konan "Eşitlik Yasası" ile, yöneticilerin maaşlarına maksimum sınır getirildi ve çalışanların da söz sahibi olduğu ücret yapıları teşvik edildi. OECD’nin (2018) raporlarına göre, bu politikalar sayesinde gelir eşitsizliği %20 oranında azalmış ve toplumda şeffaflık artmış. Aynı zamanda, devlet destekli sendikalar ve toplu pazarlık mekanizmalarıyla ücretlerin daha adil dağılımının sağlandığı görülüyor. Tabii Danimarkalılara sormak lazım. Şimdi gelelim AB'nin büyük ülkelerine...
Fransa ve Almanya da özellikle 2010'dan itibaren yüksek yöneticilerin maaşları ile çalışanlar arasındaki farkı ciddi ölçüde azaltmaya çalıştı. Almanya’da, 2015’te yürürlüğe giren "Ücret Şeffaflığı Kanunu", şirketlerin üst yöneticiler ile çalışanlar arasındaki ücret farkını raporlamasını zorunlu kıldı. Uluslararası ekonomi uzmanları, bu uygulamaların gelir dağılımında sağlanan dengeden dolayı, ekonomik büyümeyi teşvik ettiğini söylüyor (Brennen & Pacula, 2018).
Bir başka örnek ise, Hollanda’daki Publieke Services Co. (2010) şirketidir. Bu şirket, çalışanlara ve yöneticilere eşit ve adil bir maaş düzeni getirdi. Maaşlar, şirketteki pozisyonlara göre belirlenmiş ve, yüksek yöneticilere sınırlamalar getirilmişti. Çalışanların örgütlenme ve katılım hakkı desteklendi ve böylece şirket, sadece finansal değil, insanların hayat kalitesi açısından da sürdürülebilirliğini sağladı. İktisat Tarihçisi Jan de Vries bu konuda şunları söylüyordu: "Adil ücret politikasına odaklanmak, şirketin uzun vadeli başarısı için en önemli adımdır." (Harvard Business Review, 2014)
Dünyanın en büyük gıda şirketlerinden Danone ise, 2015 yılında, üst düzey yöneticileri ile diğer çalışanlar arasında ücret farkını %100’ün altında tutmaya karar verdi. Şirket, o zamanki CEO Emmanuel Faber liderliğinde, şirket yönetiminde şeffaflık ve adil ücret politikalarıyla, çalışan bağlılığını artırdı. Faber, bu yaklaşımı şöyle açıklıyordu: "İşletmelerde sürdürülebilirlik, sadece çevre değil, eşit gelir dağılımıyla sağlanır." (Danone, 2020) Haksız değil...
Gelir eşitsizliğinde en önde yer alan ülkelerden ABD’de ise Ben & Jerry’s şirketi, 2018 yılında, ücret uçurumunu azaltmayı amaçlayan politikalar geliştirdi. Şirket, ortak gelir paylaşım programları ve yüksek yöneticilere uygulanan ücret limitleriyle, gelir adaletsizliğini zorlamadan, bütün çalışanlara kendini değerli hissettirdi.
Bu örneklerin ortak noktası ise, her birinin "sadece kâr değil, adalet ve sürdürülebilirlik" felsefesine dayalı olmasıdır. ABD Eski Çalışma Bakanı Robert Reich, "Eşitlik, ekonomik ve sosyal kalkınmanın temelidir" diyerek, bu uygulamaların sadece etik değil, ekonomik açıdan da başarılı olduğunu vurgulamakta. (Reich, 2015)
Özetle, dünya genelinde birçok ülke ve şirket, gelir eşitsizliğini azaltmak için yeni politikalar ve uygulamalar geliştirmekte. Özellikle İskandinav ülkelerinin, şeffaflık, katılımcılık ve adil ücret yapılarıyla kurduğu ortaklıklar, sürdürülebilir başarı ve sosyal barış için güçlü örnekler sunuyor.
Bu hikâye bize gösteriyor ki, adaletli ücretler ve gelir dağılımı sadece toplumların moral ve sosyal yapısını güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda ekonomik büyüme ve sürdürülebilirlik açısından da fayda sağlar. Güçlü kurumlar ve adil ücret politikalarıyla, şirketler sadece kâr etmeyi değil, aynı zamanda toplumlarına değer katmayı hedeflemeli. Bu noktada, dünyanın en başarılı örnekleri, gelir dağılımını dengede tutmanın, hem psikolojik hem de ekonomik sürdürülebilirliğin anahtarı olduğunu gösteriyor.
Sonuç olarak, her ülkenin ve şirketin kendine özgü şartları olsa da, başarılı ve sürdürülebilir bir ekonominin temelinde “adaletli ücret dağılımı” yatıyor. Bu da demek oluyor ki, gelişmiş ülkeler ve öncü şirketler, gelir uçurumunu azaltmak için sadece politika ve uygulamalar değil, aynı zamanda bir kültür oluşturuyorlar: Şeffaflık, katılım ve adalet; bu üçü birleştiğinde, toplumlar daha barışçıl ve ekonomiler daha dirençli hâle geliyor.
Maalesef gelişen ülkelere ait bu konuda göze çarpan bir örnek bulamadım. Yüksek enflasyon ve şiddetli hayat pahalılığının yanında yüksek kamu harcamasıyla kaynakları heba eden ekonomilerde herkes "bugünü de atlattım, yarına bakarız" diyerek yaşıyor.
"Dark Enlightenment" akımının giderek dünyada kabul göreceğini, demokrasiyi keyiflerine göre uygulayan seçilmişler yerine dijital elitlerden oluşan bir grubun yerküreyi yönetmesi için insanların talepkâr olacağını 5 yıl önce söyleseler faraziye derdim. Şimdi "mümkün olabilir" demeye başladım.
Prof. Dr. Emre Alkin'in önceki yazıları...