Eylülün üçüncü haftası bir davet sebebiyle Şanghay'a gittim. Şanghay sadece Çin'in değil dünyanın en büyük ve işlek ticaret merkezlerinden. Ancak son dönemde “dışa açıklık” politikası ile yola devam etme kararı alan Çin yönetiminin sonuca etki eden adımları olmuş.
Bunlardan ilki, şehrin nüfusu artınca fabrikaların başka bölgelere taşınmasına karar verilmesi diyebiliriz. Açıkçası 2016’daki ziyaretimde katlandığım trafiği hatırlayınca, doğru bir adım olduğuna şahit oldum. Eskiden 3 saatte gidebildiğimiz yere şimdi 1 saatte ulaşıyoruz. Elbette, Avrupa’da ya da “demokratik” Batı dünyasında kolay kolay görülecek bir durum değil. Tepeden gelen emirle fabrikalar taşınmıyor. Olsa bile zamanla oluyor. Tabii ki zaman kaybediliyor. Çin vatandaşın refahı ve gelişmenin önünde engel olan gelişmelere müsaade etmiyor.
İkinci adım ise piyasa ekonomisine geçmek olmuş. Büyük ihtimalle itirazlar gelmiştir “komünizm çökecek” vs. diye ama girişimcilik serbest bırakılınca rekabet artmış, fiyat rekabeti yerine firmalar teknoloji rekabetine başlamış. Bu arada elektrikli otomobilden masaj koltuğuna, restorandan otelciliğe kadar sayısız firma faaliyet gösteriyor. Tüm bunlar Çin Komünist Partisi, planlı dönemi bitirme kararı aldıktan sonra gerçekleşmiş. Bana rehberlik eden Çinli arkadaşlar bile bu olağanüstü gelişmeyi tam olarak anlayamamışlar. Ben de anlattım:
"Planlı dönemde arz ve talep kesindir, kimsenin talep ettiğinden fazla alması istenmez, kaynaklar buna göre belirlenir ancak bu sistemde kimsenin 'daha iyisini' üretmek için motivasyonu olmaz. Ayrıca tasarım geliştirme işi serbest şekilde değil merkezin müsaadesiyle olur. Kâr amacı gütmeyen faaliyetlerin rekabet gibi amacı zaten olmaz. Bu durumda gelişme sağlamak zordur. Emek yoğun teknolojiden bilgi teknolojilerine geçiş yapılamaz...”
Çinliler odak alanına siyaset veya sosyal mühendislik gibi konuları değil, yaptıkları faaliyetleri ölçme ve değerlendirmeyi almışlar. Yani bilgiyi sisteme doğru şekilde yükleyecek bir mimari oluşturmuşlar. Girilen bilgi birkaç açıdan doğrulanıyor. Sonra bu bilgi performans, geri besleme ve yeni hizmetler olarak üç açıdan işleniyor. Kimsenin sosyal medya üzerinden “şunu yaptım, bunu yaptım” gibi neşriyat yapmasına gerek kalmıyor. Yani işini doğru yapanın endişe edeceği bir durum olmadığı gibi işini doğru yapmayanın etrafı kandırmasına müsaade etmiyor bu sistem.
Tabii hemen aklıma geldi, “yanlış giden işlere itiraz edilebiliyor mu?” diye sordum. Çin'in demokrasi konusunda bir endişesi olmadığı için vatandaşın şikâyetleri ulaşmıyor diye düşündüm. “Elbette itiraz ediyorlar, hatta bu itirazlar Komünist Partisi tarafından da inceleniyor. Çünkü belediye dahil yerel yöneticiler seçilerek değil atanarak geldiği için halkı memnun etmek zorundalar. Ancak halkı memnun edecekler diye popüler işler de yapamazlar. Güç odakları ile iş birliği yapamazlar. Tek güç merkezi partidir” diye cevap verdiler.
O zaman Batı demokrasisi ile “Doğu Tarzı” arasındaki farkı daha net anladım. Batıda vatandaşın geneline fayda verecek işlere menfaat gruplarının itiraz etme hakkı var, ancak zorlu mücadeleler sonucunda vatandaş istediğini alabiliyor. Çin’de ise vatandaşın lehine bir adım için kimsenin itiraz ya da engelleme hakkı yok, sadece vatandaş biraz sabrederek uygulamanın kendi lehine olduğunu anlıyor. Bu sabrı da otokratik yönetim sağlıyor.
Ziyaretler için saatlerce araç içinde seyahat ettiğim için alakalı alakasız sorular da sordum. Mesela “sizde rap müzik var mı?” deyince “var” dediler ama içinde yönetime protesto, küfür ve cinsel içerikli sözler bulunmuyormuş. Yani içinde isyan ve tutku olmayan bir sanat tarzı belirlenmiş. Ancak herkes hâlinden memnun. Tabii Ai Weiwei gibi protest sanatçılar da çıkıyor.
Yönetimi yaptığı sergilerle eleştiren bu sanatçı hapse de girmiş. Fakat hapse girme meselesi biraz karışık. Vergi kaçırmak gibi adi bir suçtan yargılanarak önünün kesilmesi sağlanmış gibi. O da isyan etmiş duruma. Sanatçı Çin’in en büyük sanat ödülünü de reddetmiş. Ben bunları dinlerken bir anda “Türkistan” meselesini sordum. Aklı başında bir cevap alabildim.
Meselenin Türk-Çin meselesi olmadığını, birilerinin dışarıdan ortalığı karıştırdığını, Çin’de 40 milyona yakın Müslüman yaşadığı için din ile alakalı bir çatışma olmadığının altı çizildi. Anlaşılıyor ki Çin hükûmeti herhangi bir konuda küçük ya da büyük bir başkaldırıya karşı bir tolerans göstermiyor. Şanghay çarşısında sesini yükselterek bağıran bir kadın vatandaşı gözümün önünde anında ters kelepçe yapıp götürdüler. Çinli rehber “maalesef güvenlik güçleri her meseleyi sert şekilde bastırıyor” dedi.
Şanghay’daki binalar New York'tan daha yüksek ve fonksiyonel. Ancak kadim kültürün tekrar hatırlanmış olduğuna ve eski binalar ile tapınakların onarıldığına şahit oldum. “Mao zamanında eski kültür unutturuldu, şimdi tekrar hatırlıyoruz” diye mutlulukla anlattılar. Yeni baştan kurdukları ve işgalden kurtardıkları devlete sahip çıkıyorlar anlaşılan. Tarihini doğru şekilde hatırlayan milletlerin ilerlemesi önlenemez desem yanlış olmaz.
Açıkçası Çin, ilk ayak bastığımda “ben buraya niye geldim” diye hayıflandığım 3 saatten sonra ise “iyi ki gelmişim” dediğim bir ülke... Tüm notlarımı elden geçirince, Batı yarımküredeki gelişen ülkelerin yanlışları bir bir netleşti:
> Yapılan işler hakkında güvendiğimiz yöneticilerden bilgi alıyoruz ama onların verdiği bilgiler çoğunlukla güvenilir olmuyor. Dolayısıyla kurumları yönetmek zor oluyor.
> Kurumlarda kritik işler hep belirli kişi ya da kişilerde toplanıyor. Dolayısıyla bu kişi ya da kişiler ünvanlarının çok üzerinde yetki ve sorumluluk sahibi oluyor. Yapılan yanlışlıklar ve yanlış giden işlerin üzeri örtülüyor.
> Tüm faaliyetlerde kalite yerine üst yönetimin memnun edilmesi aranıyor. İşin gereken kalite ve altyapıyla bitirilmesi değil “bir şekilde bitirilmesi” hedefleniyor
> Eğiticinin eğitimine ilgi gösterilmiyor ve bu sebeple ara eleman da yönetici de yetişmiyor. Bu sebeple yönetici pozisyonuna gelenler çok uzun süre koltukta oturuyorlar. Bundan dolayı verimsizlik artıyor. İşler az sayıda kişi sayesinde yapılıyor. Onlar da diğerleriyle aynı ücreti aldıkları için isyan ediyorlar.
> Tüm kritik kararlar ya siyasetin, ya grupların ya da kişilerin menfaatlerine göre alınıyor bu sebeple toplam faydayı artırmak mümkün olmuyor.
Sonuç olarak, birçok ülkenin demokratik gibi gözükse de Çin gibi merkezden yönetildiğini, kimin neye sahip olduğuna siyasetin karar verdiğini görüyoruz. Ancak kimin neye sahip olacağına ya da neyi yapacağına veya hangi haklara sahip olacağına oldukça keyfî bir şekilde yaklaşılıyor. Birilerine verilen haklar diğerine verilmiyor. Bunu sadece siyaset değil firmalar ve kurumlar da yapıyor. Bir kişinin sahip olduğu haklar aynı seviyedeki bir başkasında yok. Gerekçesini anlamak mümkün olmuyor. Ancak patron mutluysa ses çıkarmak mümkün olmuyor.
Bu açılardan bakıldığında "Batı Demokrasisi" adı verilen uygulamadaki açıkları ve bu açıkları istismar ederek demokrasi üzerinden toplumun değil kendi çıkarlarını gözetenlerin ne yapmak istedikleri daha rahat anlaşılıyor. Özetle, bize "Amerikan Rüyası" olarak dayatılan her ne ise, esasında bir kâbus imiş. Özgür iradeye saygı duymayan demokrasi amacına ulaşamaz, toplumsal fayda üretmeyen faaliyetler ile kalkınmak da mümkün değildir.