Akşam, alaca karanlıkta evine girerken kafası dopdoluydu!..

A -
A +

Eğer hakikaten bilmiyorlarsa kabahat kimindi? Kabahat, benim, senin, düşünebilen, “ben insanım” diyebilen herkesindi. Kusur ve kabahat, ey bu satırları heyecanla okuyan arkadaş; aynı zamanda senindir de... Sen ve ben onları, asırlardan beri bu yalçın tabiatın göbeğinde, herkesten, her şeyden ve her çeşit hayattan mahrum bir avuç zavallı hâlinde bırakmışız. Yeri gelmiş açlık, hastalık ve kimsesizlik bunları yıpratmış ve “cehalet” denilen zifirî karanlık içinde ruhları, her yanından örülü bir zindandaymışçasına mahpus kalmışlar. Şimdi de onlardan yüksek fikir, üstün fedakârlık, sınırsız muhabbet ve hürmetler bekliyoruz! Hiç düşündünüz mü buna hakkımızın olup olmadığını?

Bu zavallı insanlardan, muhabbet, hürmet, şefkat, merhamet ve insanlık namına, artık ne beklenebilirdi ki? Bu iklimin çoraklığı, ruhlarını kurutmuştu da kimsenin haberi yoktu. Cehalet, hakikaten bir felâketti. İnsanlar ölür, esir edilir, evinden barkından, çoluk çocuğundan olurdu da adil, sağlıklı düşünebilme kabiliyetinden fukara olamazdı. Şu küçük toprak parçasında bile cehaletten, yerini yurdunu terk eden insanlar o kadar çoktu ki. Öylesine gelişigüzel yürüyorlardı hayat denilen yolda. Kiminin omuzunda kocaman bir ailenin yükü, kiminin koltuğu altında derin dertlerini sakladığı bir dağarcık, kiminin sırtında bir kuru kavga dolu çuval, kimi bir batağa saplanmış çıkmasını bilemeden debelenip duruyordu. Peki bizler ne yapıyoruz, seyretmenin dışında? Acayip dünyada, acayip insanların arasındayız vesselâm.

 

               ***

 

Bazı günler, evden camiye gidip gelmek, Topyolu'nu aşmak kadar zahmetli oluyordu Lütfü Hocaya. Toprak, ayaklarının altında, bir buzdağının uçurumları kadar sert ve soğuktu. Dünya denilen ağır ve büyük küreyi omuzlarının üzerinde, tek başına taşıyormuş gibi hissediyordu. Koca gökyüzünün bütün ağırlığı sırtına abanmış, altında pestil olmuştu da kimseye anlatamıyordu.

 

                ***

 

Evine akşamüstü, alacakaranlıkta girerken kafası dopdoluydu. Kapıda henüz beş yaşında olan ailenin en küçüğü Mehmet Zeki karşıladı. Hürmetle babacığının elini öptü, beklemeden koştu yeni öğretmen olmuş abiciğinin paçalarına sarıldı. Onunla oyun oynamaya doymuyordu.

 

Günlerdir çözemediği probleminin ipucunu bu iki kardeşin muhabbetle oynamasında buldu Lütfü Hoca. Hemen hanımefendisi Hayriye’ye seslendi.

 

- Hanım! Hanım! buldum!

 

- Neyi buldun bey?

 

- Afyon’a gidişin yolunu.

 

- Sen de mi gidiyorsun? Nasıl?

 

- Nasıl olacak, şöyle: Konuşuyorduk ya; ya gelini göndermeyecektik, ya da “kısmet” deyip kendi başlarına gideceklerdi. Her ikisi de sağlıklı çözüm değildi bize göre. Şimdi derim ki Mehmet Zeki’yi de birlikte gönderelim, olsun, bitsin bu iş!

 

- O çok küçücük babası! Dayanır mı dersin?

 

- Abisine çok düşkün. O muhabbet ona yeter biiznillah!

 

DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.