“Allahü teâlâ şifalar versin, kıymetli Jale Hanım…”

A -
A +

Zavallı Saadet Hemşire, “Bu kız aklını mı oynattı ne?” der gibi mahmur olmakla beraber şaşkın bakışla beni süzüyordu. Sırtında her zaman olduğu gibi beyaz önlüğü, başında süt gibi tertemiz ak başörtüsüyle “barış güvercinine” benziyordu. “Bir kadına beyaz örtüler bu kadar mı yakışırdı aman Allah’ım!” dedim içimden, gayr-i ihtiyari gülümsedim.

 

“Diyelim ki, ben zamane kızıyım, fakat o başka gezegenden mi gelmişti de niçin bu kadar farklıydık?” diye düşünüyor ve bu aklıma gelenler, beni fazlasıyla rahatsız ediyordu. “Niçin Saadet Hemşire yerli kaya gibi sarsılmaz bir iradeye sahipti? Uzun etek ve başörtüsünden dolayı rahatsız değil, hiç kompleks de yapmıyordu. Onda, bende olmayan başka ne vardı?” Evet, elimi vicdanıma koyup düşündüğümde Saadet Hemşire benden büyük, bense çok küçüktüm, bu yaş büyüklüğü küçüklüğü meselesi değildi. Şahsiyet farkımızdan dolayı öyle düşünüyordum.

 

İçimden başka bir tarafım da “Herhâlde zavallılığımı gördü onun için bana işkence ediyor. Hayatta bir tek düşüncesi varsa, o da ne yapıp edip beni ezim ezim ezip üzmek, ya da ebediyen kurtarmak...” diyordu.

 

Beni uyandırdığını, korkuttuğunu pekâlâ görüyor ama farkına varmamış gibi davranıyordu Hemşire. “Ne sevimli ve sempatik hanım! Sabahlığı da, başörtüsü de, ses çıkarmayan beyaz terlikleri de ruh yapısı gibi ak pak…” Bu güzel hanımefendiye karşı olan hayranlığımı kendi kendime ifade ederken, o bir kelebek hassasiyetiyle karyolama yaklaştı, baş ucumda asılı duran cihazların göstergelerine göz attıktan sonra yeni serumu çengele astı. Çok neşeli görünen bir ruh hâli içinde bana döndü, hoş bir yüz ifadesi ve hemşire edası ile:

 

“Allahü teâlâ kalıcı şifalar versin, kıymetli Jale Hanım…” dedi.

 

Sonra, ayak ucuma oturup çantasını açtı. O kendi işini yaparken ben yorgunmuşum gibi davranıyordum. Hemşire, önce enjeksiyonu naylon ambalajından çıkardı, minnacık şişedeki sıvıyı çekti, kolumu oksijenli pamukla sildi, parmaklarını şıkırdattı.

 

Gülerek kolumu çimdikledi. Hafif sesle “Ne saadet, ne saadet!” dediğini duydum ama sebebini anlayamadım. “Niçin öyle diyorsunuz?” diye de sormadım. İğneden, kandan korktuğum hâlde ne yatağımdan fırladım, ne de korktuğumu belli ettim. Ağırdan alıyordum. Ortaya söylediklerine cevap vermedim, yalnız başımı yastığın üstünden daha üstüne çıkardım, olanca kuvvetimle toparlandım, müspet veya menfi hissiyatımı belli etmemek için kendimi zor tutuyordum. “Ne iyi insan, hem bizi ne kadar da seviyor! Ona karşı nasıl böyle kötü düşünceler besleyebildim?” diye içerliyor, hem ağlamak, hem gülmek istiyordum. Galiba sinirlerim hepten bozulmuştu.

 

Bitirim arkadaşlarımın yanına gidip yüksek bir masanın üzerine çıkmak ve avazım çıktığı kadar haykırmak istiyordum:

 

“Kalkın çocuklar, kalkın! Vakittir, artık hakikat anlaşılmıştır! Haydi durmayın, tembel tembel oturmayın! Ebedî hayatımızı kurtaralım!” Nerede o cesaret? Bunu demek için henüz erkendi.

 

DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.