Bu alçakça tuzak, kime ne kazandıracaktı?..

A -
A +
“Yok, daha neler? Timur, Yıldırım Han’ın böyle ifadeler kullanmayacağını bilir..."
 
Asil milletimizin hisleriyle bezeli ifadeler tek tek atılmış, zehir zemberek bir mektup ortaya çıkmıştı. Defalarca okuyup münakaşa ettiler ve son kararı verdiler;
“... Ey ihtiyar köpek, tekfurdan daha şiddetli kâfirsin. Mektubunda bizi korkutmak ve hile ile kandırmak istemişsin. Osmanlı sultanlarını, Acem padişahlarına benzetme. Osmanlı askerleri de Hint çapulcuları, Çingene toplulukları gibi başıboş, sere serpe avare kalabalıklar değildirler. Osmanlı askerleri, Irak ve Horasan askerleri gibi hamiyetsiz ve perişan olmayacak kadar şereflidirler. Yine sen, Osmanlı yiğitlerini Şam, Halep, Memlûk askerlerine de benzetmeyesin... Eceline susayan köpek câmi avlusunu kirletirmiş…”
“Timur bunu okuyunca kesin çıldırır.”
“Saçını, başını yolar!”
“Bunu getireni hemen oracıkta canlı canlı doğrar, itlere yedirir.”
“Kışın tam bitmesini bile beklemeden Bursa’ya hücum emrini verir!”
“Yok, daha neler? Timur, Yıldırım Han’ın böyle ifadeler kullanmayacağını bilir. Gelin biraz hafifletelim. İnandırıcı olsun!”
“İster inansın, ister inanmasın! Hemen aynı nâmeden bir tane de Timur’un ağzından Yıldırım’a yazdıralım ve vakit kaybetmeden de tez elden ulaştıralım. Mektupların içyüzü anlaşılırsa hepten mahvoluruz. Başka laf istemiyorum!.. Herkes işinin başına!” diyen Serçetutan, son noktayı koyuverdi. Mektubu orijinaline yakın katlayıp sardılar. Elçi uyanmadan yerine koyup işlerine döndüler.
Müslümanlığın güzel ahlâkından, Türklük şeref ve haysiyetinden uzaklaştıkça daha beter oluyordu insanlık. Derinliklerine yuvarlandığı her tarafı kokuşmuş, karanlık uçurumun; ahlaki çöküntü, vefasızlık ve bencillik, bayağılık ve miskinlik cehenneminin dibinde hırçın ve şartlanmış kıvranıyordu. Saf ve nurdan mâzi, kaybolmuş bir cennetin uzak serabı hâlinde karşısına doğuyordu bir güneş gibi istikbâlin. Tuzağa düşürülmek yiğitlik miydi, yoksa şeytanilik mi? Tek başına kanlar içinde yatan bu ihtiyar adam ne yapabilirdi ki?
Sadist, merhametsiz insanlık düşmanlarını mutlu eden, saatlerce yorulup yazdıkları ile bu zelil ve soysuz sevincin eskiyip unutuldukça daha çok artan acısından, sinsi bir tat duymak olacak şey miydi?
Maksatları, dertleri, hedefleri, tarih, kültür, din ve imanları bir olan iki cihan hükümdarını karşı karşıya getirmek... Bu alçakça tuzak, kime ne kazandıracaktı? Üstelik bu fitne fesat hareketinin gizli, aşikâr icracıları da aynı kanı taşıyan, aynı kültürün içinden çıkmış nasipsizlerden başkası değildi. Sözün özü bir millet kendi kendine zulmediyordu...
              ***
Koca Sultan otağının penceresinden dışarısı muhteşem, parlak bir yağlıboya manzarası gibi görünüyordu. Saf boncuk mavisi gökyüzü, henüz açmaya hazırlanan tomurcuk yüklü ağaçlar, uykudaymış gibi sessiz sakin duran sarı yeşile bezenmiş çayırlar, karşı ufukların fark olunmaz sisleri altında kaybolan sivri alaca dağlar, karanlık, kuytu ormanlar, irili ufaklı koyun ve sığır sürüleri, bütün bunların üzerinde bir rüya gibi uçuşan turna, leylek katarları... DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.