Bu güzel insana ne diyeceğimi şaşırdım, gözlerim doldu...

A -
A +

Su arıtmaları teslim ederken gözlerimin nemlendiğini göstermemeğe çalışıyordum... Müsaade istemeye hazırlanıyordum ki!..

 

 

 

Matbaacı öfkesini yenmiş, rahatlamıştı:

 

- İnşâallah… diyen adam, elimdekileri kastederek:

 

- Onları burada bırak, bu hâlinle bir de yük taşıma. Zaten ne zamandan beri almak istiyordum, kızgınlığımdan şimdiye kadar bekledim. Biri benim için olsun, diğerini de çırak kullansın...

 

Bu güzel insana ne diyeceğimi şaşırdım. Gözlerim doldu. Paralarını da peşin verdi. Su arıtmaları teslim ederken gözlerimin nemlendiğini göstermemeğe çalışıyordum... Müsaade istemeye hazırlanıyordum ki:

 

- Çayları tazele! Şu Bişr-i Hâfî hazretlerinin kasetini de teybe koy evlat, diyerek çırağına seslendi ve bana döndü:

 

- Seni de yolundan alıkoydum.

 

- Estağfirullah! Çok çok isabetli oldu! Hâlimden ve olup bitenleri dinlemekten memnunum...

 

- Beni size bağlayan mühim bir şey daha anlatacağım.

 

- Anlat be usta! Çok merak ettim...

 

- O zaman iyi dinle!

 

          ***

 

Nefer ol, ister paşa, krallar gibi yaşa,

 

Nasibin gelir başa, çare yok, göreceksin.

 

 

 

Kavuşanlar nimete, sabreder musibete,

 

Dünyadan âhirete, ansızın göçeceksin.

 

 

 

Tapma paraya, pula, zulmetme sağa sola!

 

Er geç uzun bir yola, şüphesiz çıkacaksın.

 

 

 

Kapılma ucba kibre duracak bir gün ibre,

 

Issız karanlık kabre, ışıksız gireceksin.

 

 

 

Kuzu ol, ister kasap, olsan da baltaya sap,

 

Münker Nekir’e hesap, elbette vereceksin.

 

 

 

Nasıl yaşarsan yaşa, sen de gelirsin tuşa,

 

Amelinle baş başa, yalnızca kalacaksın!

 

 

 

Düşün ölüm ânını, kuruturlar kanını!

 

HOCA, sen de canını, çaresiz vereceksin!

 

                  ***

 

 

     ACAYİP HIRSIZ!..

 

 

Ayın on dördü her tarafı, gümüş beyazı bir aydınlık, derin mor gölgelerle süslüyordu. Güngörmüş tecrübeli usta, matbaanın küçük penceresindeki kirli perdeyi aralayarak dışarıya baktı. Şakaklarına kır düşmüş dağınık saçlarını uzun uzadıya düzeltmeye çalıştı. Bol tulumunun içine pembe, görünmez bir el misali, ılık bir serinlik giriyor, her tarafını gıdıklıyor, kaşındırıyor gibiydi. Görebildiği kadar uzaklara bakan usta, titredi. “Yazın ortasında hiç üşünür mü” der gibi oldu. Martıların yuva kurduğu gri beton bloklarının gökle birleştiği yeri, gözlerini kısarak, bir şey arıyormuş gibi taradı. Elindeki markasını bilmediğim sigaranın dumanını derin derin çekti, açık pencereden dışarı, egzozu patlak Murat 124 gibi kesik kesik öksürerek üfledi.

 

 

 

İnsafsızca taşlama!

 

Beni öyle haşlama!

 

Eskiyi unut artık,

 

İki de bir başlama!

 

 

 

“Şu zıkkımı, bir türlü bırakamadım gitti be arkadaş!” diyerek, kendi kendiyle kavga eder gibi, bir tutam kalan sararmış izmariti, dişlerini gıcırdatarak sıktı, sıktı… Söndüğünden emin olduktan sonra da "tü" diyerek boşluğa fırlattı. Gayr-i ihtiyari gülümsedim. Gözünden kaçmamış:

 

- Ağlanacak hâlime gülüyorsun değil mi?

 

- Yok, estağfirullah! Ne haddime! Doğrusu, ben de sigara içmeye çok heveslendim, özendim.

 

DEVAMI YARIN

 

 

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.