"Bulut ol üstümde dur, yağsan da olur yağmasan da olur..."

A -
A +
Korkmadım desem yalan olur ama istifimi bozmadım duâlarımı okuyup bitirene kadar önümden hızla süzülerek dereye doğru uzaklaştı. Selâm verip "seccademi sermek için bula bula bir yılan yuvasını mı buldum ne" diye söylenerek peşi sıra baktım ibretle.
 
İnsan, nelerle karşılaşmıyor ki? Böyle kısa kısa anlatmakla bitecek gibi değil.
Oyuncular da tarihi kıyafetlerini giymiş prova yapıyorlardı. Alışık olmadığı cübbesini, omuzlarını oynatarak yerleştirmeye çalışırken Bulut Aras’ın;
"Bulut ol üstümde dur, yağsan da olur yağmasan da olur" diyerek kollarını, ayaklarını uzatıp uzatıp çektiğini, serbestçe gerindiğini gördüm.
 
- Ne o? Bakıyorum şiirimi ağzına pelesenk etmişsin.
- Senden gelen bir şeye nasıl lakayt kalayım, ezberlemeseydim başıma kakardın sonra. Neme lâzım, prodüktörümle ters düşmek istemem.
- O kadar mı fenâyım?
- Onu bilmem ama ismimin geçtiği şiir de hoşuma gitti hani… Unutmayayım diye tekrarlıyorum işte...
Yüksek moralle çekim sahasına gittik.
 
Tarihi kostümlerini giymiş oyuncularımızın sahne çalışmalarına ve oradan da kayalar üzerinden süzülen kartallara daldım. Gördüklerim; eskiye, tarihimizin derinliklere götürdü beni, çok şeyler hatırlatıyordu. Buğulaşan gözlerle baktım, baktım… O muhteşem maziye... Nerelere gitmedim ki;
 
“Şanlı, şerefli Osmanlı'nın çakma torunu olarak ne hâllere geldiğimizi gör de utan! Utan da acıklı hâline ağla!" diye hayıflanarak gökle yerin birleştiği yerleri, yaş dolu gözlerimi kısarak bilmem kaçıncı defa taradım.
Derinden bir "Ah!" çektim. "Bu memleketin hakiki sahiplerine ne oldu? Neler başımıza geldi de bu hâllere düştük?"
 
Film setlerini, mirasçısı olduğumuz şanlı ecdâdımızın yeniden dirilişinin başlangıcı sayardım hep.
Babam anlatırdı. Ona da babası anlatmış. Her tarafını gidip görmüş, gezmiş, adım gibi ezberlemişim. Gitmeden, görmeden bilmek, sevmek, hattâ ve hatta âşık olmak buna derler belki de… Babam bi anlatmaya başladı mı âdetâ kendinden geçerdi. Gözleri küçülür, ses tonu değişirdi hepten. Süklüm püklüm o adam gider, dağ gibi heybetli, bendini yıkan sel gibi hırçın ve oldukça coşkulu, apayrı biri gelirdi. İbâdet eder gibi bitmez tükenmez heyecanla konuşur da konuşurdu:
 
“Kıvrım kıvrım uzayıp giden yemyeşil sazlı arklar, allı morlu sebze ve meyve bahçeleri, yüksekli alçaklı tarla çitleri, geniş taraçalı taştan ve kerpiçten evler, İslâmiyet’in mührü; sülün gibi göğe doğru süzülen ak minareler, uçsuz bucaksız arpa buğday tarlaları, hepsi bir küheylan sırtları eyerli, sefere hazır, güçlü al atlar, doru taylar, bunların kırı, yağızı da var, şahane gözlü merkepler, hilal boynuzlu tosunlar, semiz beyaz kazlar, yeşil başlı ördekler, aklı, karalı sürüler, sürüler… hayal eder dururdum. Hem de hep benimmiş, yanı başımdaymışlar gibi keyiflenirdim.
 
Karşımda Cennet’ten bir köşeymiş gibi uzayıp giden manzara, aslında hiç de bana yabancı değildi. İnişli çıkışlı dünyama oldukça aşina şeylerdi hepsi de…
Efkârlandım. Elimde olmadan hayıflandım;
 
“Dedelerimin at koşturdukları, kılıç şakırdattıkları bu topraklar... ah bu topraklar!" dedim hasretle, inançla biraz da nefretle... DEVAMI YARIN
 
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.