Parkın yakınında, ağaçların altında büyük halı mağazaları turist kaynıyordu. Elimde olmadan dikkat kesildim.
Neşeyle etrafa bakıyordum. Acaba nereden başlasam diye hesaplar içindeydim. Henüz girebileceğim bir han veya iş yeri hedeflememiştim. Geniş meydana çıktım, yeni sulanmış park çimenlerinin üzerinde küçük sinek kümeleri konuyor, birden kayboluyorlardı. Sayılamayacak kadar çok martı herhangi bir tehlikeden kaçar gibi hızla geçiyor, sesleri çıktığı kadar da gaklıyorlardı. Nerede oldukları görülmeyen serçeler aralıksız cıvıldaşıyor, şehrin motor, korna, siren sesine karışarak kayboluyordu. Birden, elimi kaldırdım, yavaş bir sesle “Ah işte..." dedim.
Parkın yakınında, ağaçların altında büyük halı mağazaları turist kaynıyordu. Elimde olmadan dikkat kesildim. Son bir defa yolun sağına soluna baktım;
“Ah büyük bir yer, şimdiye kadar niye göremedin..." dedim. "Hani hiçbir yeri atlamadan gidecektin..." diye söylendim.
Bütün kuvvetimi topladım, ilk mağazadan içeri girdim. Köşede cam bölmeyle bölünmüş antika masa ve oturma gruplarının bulunduğu yerde şirket sahibi veya yetkilisi diye tahmin ettiğim adamın yanına yaklaştım. Kendimi tanıttım. Adamın umurunda bile değildim. Var mıyım, yok muyum, bu kim, ne konuşuyor? Hiç oralı bile olmadı. O hâlâ "nataşa" olduklarını tahmin ettiğim kadınlarla kahkahalar atarak konuşuyor, ismini bilemediğim içkiyi ellerindeki kadehlere doldurarak âlem yapıyordu. Daha fazla dayanamadım hızla dışarı çıktım. "Oh be, dünya varmış" diyerek derin derin nefes aldım. Bitişiğindeki iş yerine girdim. Orada da müdür diye tahmin ettiğimin yanına gittim. Yabancı uyruklu bir kadınla tavla oynuyordu. Ne kadar konuşmak için hamle yaptıysam da yüzüme bile bakmadı. Artık moralim bozulmuş, keyfim kaçmıştı. Buna rağmen kararımdan dönmüyor, yol boyunca önüme çıkan dükkânlara uğrayarak gidiyordum. Ne kadar iş yerine girdim çıktım, sayamadım ama bir kişiye olsun kendimi dinletemedim.
Ruhuma meçhul bir elem çöktü, gözlerim buğulandı elimde olmadan. Bu coşkulu tabiat huzur vermiyor, güzel de görünmüyordu. Işıltılı caddeler, süslü mağazalar bana Firavunların gösterişli, yapma çiçekli kabirlerine benziyordu. Mağazalara girmekten gına geldi. Vazgeçip eve gitmek istedim, içimdeki ses mâni oluyordu. Muvaffak olmasam da devam etmeliydim. Kendi kendimi telkin ettim.
“Herkes elbette cibilliyetinin gereğini yapacaktır" dedim, yürüdüm...
Büyük bir yeis içinde Çemberlitaş'a kadar geldim. Hâlâ tek bir abone yapamadığım gibi insanlarla normal bir diyalog bile kuramamıştım. Hep kendimi suçluyor; “Bir şey yapamadın, beceriksiz adam..." diyor başka bir şey demiyordum. İş yorgunluğuna bir de muvaffak olunmamış bir mücadele ilave edilince moralim iyice bozulmuş, nefsim ağır bir darbe almıştı.
Kafam karmakarışık ümitsizce bir hana daha girdim. Zemin katında kimsecikler yoktu ama bir üst kattan sesler geliyordu. Uzun merdivenleri üşenmeden çıktım. Kuyumcuların imalat atölyeleri sıralanıyordu. İlk açık kapıdan içeri girdim. DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...