Büyücü irkildi, titredi, elindeki zehirli kılıcını yere düşürdü!

A -
A +

Büyücü, işiyle meşgulken geriden gelen Delibalta, öfkesini bastırırcasına öyle bir kahkaha patlattı ki gök gürültüsü gibi kayalarda yankılandı. 

 

 

 

İşaretli kısımlardan birini hemen okumaya başladım. Birkaç gün önceki film setinden bahsediliyordu. Delibalta dizi sahnesini hatırladım:

 

 

 

Söyleme yerimizi,

 

Takip ederler bizi,

 

Bir muhalif yel eser,

 

Ayırır hepimizi!

 

          ***

 

 

     DELİ BALTA VE BÜYÜCÜ!..

 

 

Büyücü, işiyle meşgulken geriden gelen Delibalta, öfkesini bastırırcasına öyle bir kahkaha patlattı ki gök gürültüsü gibi kayalarda yankılandı. Yarı yarıya sağır olan büyücü Lolo bile bu şiddetli ses karşısında irkildi, titredi. Elindeki zehirli kılıcını düşürdü. Az daha kaynayan kazana düşecekti. Döndü, dik dik Delibalta’ya baktı:

 

- Sen ha!

 

- Ben ya!

 

- !!!

 

- Sana ne demiştim ha? Konuşsana büyücü bozması!

 

- !!!

 

Büyücü korkuyla geriledi. Bir şey diyecekti diyemedi, yutkundu.

 

Kirli, çarpık ayakları dolaştı, sendeledi, sırtüstü yere düşecekken Delibalta, kömür gibi olmuş gömleğinin kolundan tutarak yukarı kaldırdı. Avını parçalamaya hazır bir kaplan gibi üzerine dikildi. Dişlerini sıkarak haykırdı:

 

- Ulan sahtekâr! Bunak kalleş herif, beni kandırdın! Gözümün içine baka baka yalan söyledin.

 

- !!!

 

- Böyle sahtekârlıklarla ne Osmanlı'nın yolunu kesebilirsiniz! Ne de Akıncı Delibalta’yı öldürmeye kuvvetiniz yeter!

 

- Hiddetlenmeyin beyzadem! Siz endişe etmeyin, ben…

 

- !!!

 

Delibalta, lafını kesti:

 

- Endişe edecek olan ben değil sizsiniz! Yalan söylersen ölürsün demiştim! Ben sözümün eriyimdir!

 

Cümlesini bitirmeden belinden çektiği kamasını büyücüye sapladı. Bir daha… Bir daha… Zaten korkusundan altına kaçıran ikiyüzlü sahtekâr Lolo, sendeledi, titredi, boş bir çuval gibi olduğu yere yığıldı.

 

Delibalta, mahzun etrafına bakındı. Uzakta ve yakında kimsecikler görünmüyordu. Canlı varlığa dair en ufak bir işaret de yoktu ortalıkta. Kara, isli kazanların altındaki ateşleri hâlâ yanıyor, küf kokusuna karışan koyu gri dumanlar, helezonlar çizerek göğe yükseliyordu. Söndürmek istedi. Vazgeçti. “Nasıl olsa odunlar bitince kendiliğinden söner” diye söylendi.

 

Sık ağaçların arasından kasvetli ve soluk bir aydınlık giriyor, tarifsiz bir acıyla birlikte içini üşütüyordu. Çalılarda içinde ne olduğunu bilmediği sepetler asılı. Köşelerde ağır, ceviz ağacından yapılmış etrafı demir çemberli fıçılar, duruyordu. “Şüphesiz bunların içinde altın, gümüş ve mücevherler var” dedi. Evirdi, çevirdi açmaya çalıştı. Sonra da vazgeçti uğraşmaktan. Yerde oraya, buraya serpiştirilmiş irili, ufaklı birçok kap dikkatini çekti. Bazıları bakır, birkaçı seramik, taş ve ağaç oyması olanlar da azımsanmayacak kadardı. Dip köşeyi biraz daha karıştırdı. Aradığını bulamayınca da koca bir tükürüğü üzerlerine fırlattı. Hırsla uzaklaştı homurdanarak:

 

‘Pis cadı!’ diye kükredi âdeta…

 

 

 

Şerbetler bekler tasta,

 

Yanında hazır pasta,

 

Büyüleyen hâlin var,

 

Bakanlar olur hasta.

 

DEVAMI YARIN

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.