Çeşitli hislerle sarayın taç kapısına kadar geldim...

A -
A +

"Sultan'ım ne yapsam da insanlardan uzak duramıyorum. Bana öyle bir vazife verin ki hep işim onlarla olsun..."

 

 

 

Duruma göre herhâlde garp/batı burası. Öf her neyse! En azından artık garbın nerede olduğunu biliyorum. Kervanla sefere giderken hep şarka yani doğuya doğru gitmişim. Ticaret güzel. Helâlinden olunca tabii. İki taraftan kazançlı oluyordum. Hem cemiyet içinde olup ibret alıyordum, hem de maişetimi kazanıyordum. Şimdi güneş arkamda, yıldız solumda. Bu durum fena değil aslında. Güneş ve bir yıldız. Biri olunca öbürü olamıyor ne hikmetse.

 

Padişahımız iri, uzun boylu, gülen yüzlüydü. Boyuna göre ayakları küçük sayılırdı. Nasıl da sülün gibi sarsılmadan yürürdü. Sık sık baş başa kalırdık. Bazen sarayın has bahçesinde çimenlerin üzerinde, bazen cami-i şerifin istirahat odasında... Müsait mi acaba? İnşaallah keyfi yerindedir. Onsuz buralar benim için hiçbir mânâ ifade etmiyor. Parıldayan nehir miydi yoksa berrak bir göl müydü? O kadar derin parlaklıktı ki hiçbir zaman tam anlayamadım. Halkın sultanları anlaması zordu. Arka tarafımda yükselen dağım gibiydi o. Sarayı, şehrin şark tarafında, göğsünü kayalıklara yaslamıştı.

 

Burada aslında her taraf şarktı bana göre.

 

Bu devlet ricali tuhaf insanlar. Kızınca bağırıyorlar. Ona dedim ki: “Bırak bağırsınlar! Bana ne, sana ne?” Bütün bu düşünceler de nereden geliyor aklıma? Aslında artık düşünmek istemiyorum. Yeter artık çekip Sultan'ıma gidiyorum. Peki sormazlar mı “Niçin?”

 

Çeşitli hislerle sarayın taç kapısına kadar geldim. Nöbetçiler kolumdan tuttukları gibi Sultan'ımızın huzuruna çıkardılar.

 

- Hayırdır Behlûl? Bu saatte buralarda... pek gözükmezdin!

 

- Sultan'ım ne yapsam da insanlardan uzak duramıyorum. Bana öyle bir vazife verin ki hep işim onlarla olsun.

 

- Verdim gitti.

 

- Anlayamadım Sultan'ım

 

- Madem kalabalıkları seviyorsun sana ÇARŞI PAZAR AĞALIĞI vazifesi verdim. Kâtip hemen bir ferman yaz bakalım, gönül dostumuza!

 

- Başımız üstüne Sultan'ım!

 

Pek heyecanlandım ve vakit kaybetmeden de işe koyuldum.

 

İlk olarak bir fırına gittim. Birkaç ekmek tarttım, hepsi de olması lazım gelenden noksan geldi. Dönüp fırıncıya dedim ki:

 

- Hayatından memnun musun?

 

- Yok! Ölsem de kurtulsam bu işkencelerden!

 

- Tövbe de! Geçinebiliyor musun?

 

- Nerede? İki yakam bir araya gelmiyor.

 

- Senin, aile efradının, çoluk-çocuğunla ağzının tadı var mı?

 

- Hepimizde bir illet var ki sormayın! Huzur denen bir şey kapımıza yaklaşmıyor

 

- !!!

 

Adam her suâlime öyle yüzünü ekşiterek menfi yani olumsuz cevap veriyordu ki onun yerine ben rahatsız olmaya başladım. Kolaylıklar dileyerek süratle onların yanından uzaklaştım. Ne kadar uzaklaştıysam o kadar da rahatladım elhamdülillah.

 

Moralim çok bozulsa da tövbe istiğfar ederek kendimi toparlamaya çalıştım, yolumun üzerindeki başka bir fırına girdim. "Bakalım bu neler diyecek?” diye merak içindeydim.

 

DEVAMI YARIN

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.