"Dışarıdan gelen bu serinlikle birlikte içim bir tuhaf olmuştu. Suları yatağını terk eden bir nehir gibi kupkuruydum..."
Bir gün önce Mustafa Necati Sepetçioğlu’na verdiklerimiz gelmiş, geç saatlere kadar heyecanla ve oldukça da merakla okumuştum. Kelimenin tam mânâsıyla sukut-u hâyale uğramıştım. Yazılanları film yapmamız mümkün olmadığı gibi düzeltmemiz de imkânsızdı. Paraların gittiğine mi yansaydım, kime ne diyeceğimi bilememeye mi… işin içinden çıkamıyordum.
Bir müddet başımı dışarı çıkardım öyle bekledim. Lacivert gece yavaş yavaş eriyor muydu ne? “Eriyen gece miydi yoksa ben miydim?” diye söylendim, aklıma gelenlerden gayr-i ihtiyari irkildim. Dışarıdan gelen bu serinlikle birlikte içim bir tuhaf olmuştu. Suları yatağını terk eden bir nehir gibi kupkuruydum. Kara toprak misali içim şerha şerha çatlamış. Canım dar mıydı, yoksa işleri vaktinde tamamlayamama korkusu mu hâkimdi bana? Hakikati tam tahmin edemiyordum. Göğsümdeki fay hatlarının yoğunluğundan canevim olduğu yere yığılıp kalmıştım. Metruk ve harabe bir yere terk edilmiş bina gibiydim. Tekrar kalktığım yere döndüm. Yatakta bir sağa bir sola, bir sırtüstü, bir yüzükoyun döndüm durdum. Kaybettiğim uykuyu arıyordum da bir türlü bulamıyordum. Ben kovaladıkça o kaçıyordu.
Bildiğim bir şey vardı o da gecenin gittikçe azalmasıydı. Bunu düşündükçe heyecanlanıyordum. Yatışımdan düşüncelerim de değişiyordu. Sağ tarafıma yattığımda yarım kalmış duâlarımı tamamlamaya çalışıyordum. Yorulup sol tarafa döndüğümdeyse yazmayı tasarladığım hikâye veya romanın nihayetini, pek yatmazdım ama yüzükoyun olunca çizeceğim tabloyu, tam tersi dönüp sırtüstü yattığımda ise gökyüzünü, kâinatın muhteşemliğini ve içinde toz kadar bir ehemmiyeti olmayan kendimi düşünüyor, nefis muhasebesi yapıyordum. Her şeye rağmen sağ tarafıma dönüp ölümü, ahireti düşünerek kendimi hesaba çekmem, nefsime ağır gelse de daha mantıklı geliyordu bana.
Bütün rüyalarımı, hayal ve düşüncelerimi, devrilen gecede bırakıp fecir vaktiyle uzaktan yakından gelen ezan seslerini dinledim. Aklımın en ücra köşelerinin aydınlanmasını beklerken, aksilik bu ya uyumuşum.
Hep rüya görüyorum. Memleketimi, doğup büyüdüğüm köyümü harap olmuş taş evler arasında yürüdüğümü görüyorum. Zaten insan en çok hasretini çektiği, tanıdığı, bildiği kendine benzeyen yerlerde yürümeyi sever diye duymuştum bir tecrübeli büyüğümüzden. Yıkıntılar arasında yürürken aklımdan kuşekmekleri, boğa dikeni, yemlik, ebegümeci, kımı, koşkoz, hırhındilik, sığır kuyruğu, acı kavunlar gibi çocukluğumuzun bitkileri geçiyordu. Aklımla beraber adımlarım da yoruldu. Gittiğim yolun sonunda bir mezbeleye rastladım, etrafında boğa dikenleri büyümüş, dibinde kertenkeleler sürünerek kaçışıyor, taşlık bir yer. Orada taşların arasına düşürdüğüm yirmi beş kuruşu hatırlıyorum, çocukluğumu yeniden yaşıyorum aynı tazelikte, keyifle dolaşıyordum ki üzerimdeki yorgan çekiliverdi.
DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...