Havanın güzelliğinden dolayı çoğu vakitler dışarıda oturuyordum. Çığlık çığlık bir martı bulutunun içinde hissediyordum kendimi.
Kendi kendime “Ohhh! Bu bahar denilen mevsim ne kadar da güzel ya! Pırıl pırıl sema, üzerinde nardan bir kocaman küre gibi güneş, altın huzmelerini üzerimize üzerimize salıyor! Her taraf masmavi ve bir o kadar da kızıl... Ohh! Püfür püfür her yan! Taze ot, çiçek ve toprak karışımı mis gibi bir hava…” dedim, etrafımı seyrettim muhtelif düşünceler içinde.
“Vuuuuu!...” diye vınlayarak esen rüzgârda savrulan cübbemi toparlamam kolay olmasa da yine de hoşuma gidiyordu bu ferahlatıcı esinti. Sanki gizli bir el boyun, kol boşluklarından içeri girip tenim üzerinde incitmeden dolaşıyordu.
Havanın güzelliğinden dolayı çoğu vakitler dışarıda oturuyordum. Çığlık çığlık bir martı bulutunun içinde hissediyordum kendimi. Dicle Nehri bembeyaz köpükler bıraka bıraka akıyordu yakınımda. Suyun derinden gelen homurtusu, birbirine çarpan ağaç dallarının çıkardığı tıkırtısı kulaklarımı, dişlerimi, hatta damağımı gıdıklıyordu. Bunların aklıma gelmesinden mi yoksa meczup oluşuma yakışmasından mı ne gülesim geldi! Avuçlarıma sinmiş yanık buğday kokusunu, havadaki çiçek, çimen, yosun kokularını, çamur karışımı suyun kendine has kokusunu ayrı ayrı alabiliyordum. Tabiatın içinde yaşamanın vermiş olduğu bir hissiyat mıydı bu? Doğrusu emin değildim. Ama uzaktan da olsa kokuları rahat alıyor ve neler olduğunu biliyordum az çok.
Devasa ağaç dallarındaki kuş yuvalarından dökülürcesine boşalan sabırsız yavruların uçmaya can atan heyecanları, gözüme pek sevimli gözüküyor, düşüp telef olacaklar diye de kalbim duracakmış gibi ürperiyordum.
Oturduğum yerden kalktım, yaşımdan umulmadık hızlı adımlarla önümdeki tepeye doğru tırmanmaya başladım. Dörtnala giden bir küheylanın yokuş yukarı zorlanmasından farkım yoktu. Durmadan derin derin nefes alıp veriyordum. Sanki biri bana talimat veriyordu "Nefes al nefes ver! Nefes al, nefes ver!” Yokuşu ağır ağır tırmananları art arda sollarken “Ben neymişim?” diyor, nefsime pay çıkarmadan duramıyordum. Devamlı dışarılarda olmamdan dolayı vücudumun mukavemeti artmış olmalıydı. Koşuyor ya da hızlı yürüyordum. Bacak kaslarım nasıl da kuvvetlenmişti ama!
Nice hissiyat içinde sarayın yüksek taç kapısından içeri girdim. Bugün dışarısı gibi saray da bir başkaydı. İnsanları cıvıl cıvıl görünce "Her şey ne güzel…” dedim, tebessüm ettim. Kimsenin asık suratlı, hasta, kızgın, öfkeli, pek üzgün durmasını istemiyordum. Yanımda birini mahzun görünce hemen mahzunlaşır, üzülürdüm. "Bana her şey desinler, üzerime gülüp eğlensinler, mühim değil yeter ki onlar mesut ve bahtiyar olsunlar. Hatta dövmek istedikleri biri varsa “O da ben olayım!” der, herkesin rahat etmesini isterdim. Kimse kederlenip bu yüzden de gözünden yaş akıtmasaydı. Ağlamak elzemdiyse bu sefer onu da ben yapsaydım, onların yerine ben ağlasaydım, yeter ki kimseler ağlamasaydı…” diye düşünüyordum aklım erdiği günden beri. Bu zorlama bir şey değil, tabiatımda vardı. Keyifli olanları görünce keyifleniyor, üzüntülü olanlara da üzülüyordum. DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...