Harabat ehline hor bakma Şakir! Defineye malik viraneler var...

A -
A +

Gözlerimi ovuşturarak pürdikkat kesildim. Evet evet, yanılmıyordum. Camide gördüğüm Yılmaz Zafer'di...

 

 

 

Câmi-i şerif, minimini bir insan ormanı gibiydi bu mübârek gün. İnce uzun selvilerin koyu gölgeleri geniş bahçeye düşüyor, güneş ışınlarının sıcaklığıyla bir hoş olan serçeler, çılgın çığlıklarıyla ortalığı çınlatıyordu. Câmi-i şerifin kuzey cephesinde geniş bir şadırvan vardı. Beyaz Eskişehir taşlarından yapılmış bir biblo gibiydi... Namazdan sonra, çevreyi yeni gören bir seyyah hassasiyetiyle incelerken, câminin daima açık duran orta kapısındaki kalabalık dikkatimi çekti. Sayılmayacak kadar çok cemaatin toplanmasından, orada mühim bir zatın olabileceğini düşündüm. İçimden;

 

“Herhâlde Cumâ vaazını yapan hatibe bir şeyler soruyorlar..." dedim, yürüdüm.

 

Aklım fikrim kalabalıkta… Gayriihtiyari, tekrar döndüm baktım, kalabalığın tam ortasında bizim meşhur oyuncumuz durmuyor mu?

 

Gözlerimi ovuşturarak pürdikkat kesildim. Evet evet, yanılmıyordum “Yılmaz Zafer…” diyerek gülümsedim. Saçlarını düzeltmek istiyormuş gibi her iki elinin parmaklarını tarak yapıp başına götürdü, dağılan zeytuni düz saçlarını geri attı. Elini tutmak isteyenlere hiç direnmiyordu. Kalabalığın arka yerlerinde bir şeyler arıyormuş gibi etrafına bakındı ve elektronik eşyaların satıldığı küçük dükkânlara doğru yöneldi. Bilhassa gençlerden oluşan grup da onunla birlikte hareketlendi.

 

Çekim yapacağımızdan, daha fazla beklemedim, hemen hareket ettim. İşlerin aksamaması lâzımdı. Oyuncumuzun namaza gelebileceği ise aklımın ucundan bile geçmemiş, hiç tahmin etmemiştim. Rahat etsin istiyordum. Tek geldiğim yerden yine yalnız başıma ayrılırken içimden;

 

 

 

Harabat ehline hor bakma Şakir!

 

Defineye malik viraneler var, dedim.

 

 

 

Arabamın koltuğuna bir çuval gibi yığıldım. Başımı ellerimin arasına aldım. Sırtımda ağır bir yük vardı elbette. Kaç haftadır güneş altında ellerim, yüzüm toprakla yoğrulmuş gibiydi. Kollarım, kirli tunç rengine dönüşmüştü. Motoru çalıştırıp hareket etmeden önce tekrar başımı kaldırdım, aklımın kaldığı câmiyle dükkânların birleştiği noktaya dikkatle baktım. Kalabalık; elektronik eşya satan dükkânların dar aralıklarını doldurmuştu ama görünürde Yılmaz Bey yoktu.

 

“Bu kadar insanın arasında onu nerede bulacaksın!” diye söylenerek kafamdaki o görüntülerle çekim yerine vardım. Setin son hazırlıklarını gözden geçirdim. Her şey yolundaydı. Tam “motor” demeye hazırlanıyorduk ki; Yılmaz Zafer gülücükler dağıtarak çıkageldi. Elinde mühim bir yere verilecek hediye paketi vardı. Etrafa bakmadan:

 

- Merhaba Ragıp Bey…

 

- Merhaba… dedim. Namazda gördüğümü imâ edebilecek her türlü hareket ve sözden bilhassa sakınıp imtina ettim. O meseleye hiç değinmedim. Gülerek boynuma sarıldı:

 

- Biliyor musun ben ne yaptım?

 

- Hayırdır! Ne yaptın kıymetli jönüm?

 

Başrol oyuncularına böyle hitap etmek hoşuma gidiyordu. Onlar da alışıktı zaten, hiç yadırgamadı.

 

- Elbette hayır! Bak sana ne aldım? diyerek koluma girdi, boş bir ağaç gölgeliğine götürdü.

 

DEVAMI YARIN

 

 

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.