İnsan sarrafı Sultan’ım, beni bana bırakmayacaktı...

A -
A +
Bir çare bulurum ümidiyle eski öğrendiklerimi hatırlamaya çalışıyordum. Birden Harun Reşid Sultan’ımın sesini duyar gibi oldum.
 

O kaçıştan sonra her sabah, en yakınımdaki dağın yamacındaki mağaralardan çıkıp bulutlara doğru yürüyor, kendimi bulmaya çalışıyordum. Rabbimin yarattığı en güzel görüntüleri seyretmeye doyamıyordum. Semaya doğru uzanan vakur, azametli, sessiz zirvelerin üzerinde ilerleyen küçük adımlarım; zarif, aydınlık, neşeli biri olmama mâni oluyordu. Hele gece gökyüzü harikalarla doluydu. Ya şu yıldız kaymalarına ne denir? Acıkınca, önceki ve ondan önceki günlerde olduğu gibi bir yandan yaban meyveleri toplarken bir yandan da kendi kendime Kur’ân-ı kerîmden bildiğim âyet-i kerimeleri okuyordum. Hiçbir şeyimi beğenmiyordum. Öyle sanıyorum ki sesim de dünyanın en çirkin sesiydi. Kendimi öyle bilsem de başkalarını hep iyi biliyordum. Onların gülüşü, masumların gülüşleri gibi, yaprakların, dalların rüzgârla konuşması gibi, çiçeklerle hasbihâl eden nur yüzlü ihtiyarların fısıltılı duâsı gibi geliyordu.

 

Kendimi hor ve hakir, başkalarını yüksek görmeye alıştırmıştım. Alışmıştım ama onun altından da nefsin çıkacağını, beni tuzağa düşürebileceğinin ihtimalini hesaba katıyor, temkinli davranıyordum. Nice hissiyatla dopdolu çıktığım zirveden dağın eteklerine doğru inmeye başladım. Dar patika yollar, önce yağan yağmur sularıyla yer yer kaybolmuş, irili ufaklı uçurumlar oluşturmuştu. Bunları kendi hayat yoluma benzetiyordum. “Ömrümün de böyle zedelenmiş bölümleri var…” diyor, tövbe ediyor, yuvarlanıp düşmemek için çalı çırpı ne varsa tutunarak zorluklarla geçebiliyordum. Dünya böyle bir dünyaydı, her anı imtihanla doluydu. Gaflet içinde olmaya, Allah muhafaza ne kadar tahammülümüz vardı? Bence bir anlık tereddüde bile hakkımız yoktu. Ya o gaflet hâlinde hayata gözlerimi kapatırsam ne olacaktı? Tövbe tövbe! Düşünmek dahi istemiyordum! İşte o zaman mahvoldun gitti demekti. Bunları düşündükçe ödüm kopuyordu.

 

Bir çare bulurum ümidiyle eski öğrendiklerimi hatırlamaya çalışıyordum. Birden Harun Reşid Sultan’ımın sesini duyar gibi oldum. Ya da bana öyle geldi. Onun burada bir yerde olma ihtimalini düşünmediğimden önce kuş sesi sandım. Ama hangi kuş? Bülbül mü, kanarya... ardıç kuşu mu, serçe… yoksa kumru muydu? Esasen kuş sesi olmadığını bildiğim hâlde onların aklıma gelmesine de şaşırıyordum. Birçok mevzuda dünyanın en cahil insanı sayılsam da bu hususlarda daha cahil olduğumu anladım. Oysa Sultan’ımın sesini tanıyordum, buna rağmen nasıl böyle karar verdiğime şaşıyordum. İnsan sarrafı Sultan’ım, beni bana bırakmayacaktı.

 

Yorulmuş olmalıyım ki yolak kenarındaki bir taşın üzerine oturup istirahat etmeye ve gelen sesleri dinlemeye başladım. Bir taş bu kadar mı yumuşak olurdu, sanki kaz tüyünden kabartılmış gibime geliyordu. Hem dinlendim hem dinledim… İçimden "Kulaklarım dünyanın en şanslı kulakları oluyor…” dedim. Bu hissiyat içindeyken kalbimin genişlediğini hissettim. Genişledi, genişledi, fâni dünyanın en şanslı kalbi oldu. Daha da genişlemeye devam ediyordu elhamdülillah. DEVAMI YARIN

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.