Bir gün çok yoğun çalışmış masama oturmuştum ki telefon çaldı. Telefona çıkarken her zaman dikkatli de olurdum...
Bu dönemde fukaralık ve maddi sıkıntılar görmesem de gazetecilik imkânları çok farklıydı. Bir Ehl-i sünnet vel cemaatin kaptan köşkünün hemen yanı başında bulunuyordum her şeyden önce. Bu ne demekti? Bunu çok iyi anlamam ve kavramam lazımdı.
Anayı, babayı, çoluk-çocuğu âdeta unutmuş tek bir şeye odaklanmıştım: Hizmet... hizmet...
Öyle ki sabahın erken vaktinde evden çıkıp gece yarılarında döndüğümüz sıradan şeylerdi. Bulunduğumuz yerde mesleki işlerimizi yapıp tamamladıktan sonra ofisimizin temizliğini de kendimiz yapıyorduk. Hatta Anadolu Ajansı'nın en üst katından en alt zemin kata kadar bütün merdivenleri yıkadığımızı ofisimizin duvar kâğıtlarını yaptığımızı hiç unutamıyorum.
O ne aşk, ne şevk, ne bitmez tükenmez enerjiydi Allah’ım...
Yine böyle bir gün çok yoğun çalışmış masama oturmuştum ki telefon çaldı. Telefona çıkarken her zaman dikkatli de olurdum. Çünkü canımızdan pek sevdiğimiz büyüklerimizin arayabileceğini hesaba katardım. Telefonu kaldırdım karşımda çok kibar, müşfik, babacan bir ses:
- Nasılsın, iyi misin? dedi. Ben de aynı şekilde:
- Efendim çok iyiyim, elhamdülillah.
- Çoluk-çocuk nasıllar?
- Efendim onlar da iyiler, Ya sizin! Sizler nasılsınız, çoluk-çocuk nasıllar?
- Elhamdülillah… dedikten sonra:
- Ben Enver Abiyim, maaşına beş bin lira zam yaptım. Tamam mı? Şaban Abiye selamımı söyle… dedi telefonu kapattılar.
- !!!
Fena olmuştum. "Ben Enver Abimizi sesinden nasıl tanıyamamıştım? Nasıl nasıl?" deyip epey kendi kendimle hesaplaşmıştım. Bu hadise aklıma her geldiğinde hâlâ o anı, o tazelikte yeniden yaşıyormuş gibi heyecanlanıyorum.
Rahle-yi tedrisinde bulunmakla şeref duyduğum Enver Abimiz, bir gün, ilk Müslüman Türk devletlerinden birinin padişahı olan Gazneli Mahmud'un pek sevdiği "Çoban vezir" lakaplı yardımcısının hikâyesini anlattı. Pek çok tesirinde kaldığım hadise aynen şöyleydi:
Gazneli Mahmud, gözü kara, edip, üstün meziyetleri olan pek adil bir hükümdardı. Allahü teâlâ gani gani rahmet eylesin. Nur içinde yatsın. Bir sonbahar günü maiyetiyle ava gider. Sultan, ormanda ağaçlar arasında otlayan semiz bir ceylan görür, onu takip eder. Bu ara ani bir sis bastırır ve maiyetinden ayrı kalır. Ne kadar bağırsa da sesini kimselere duyuramaz. Orman içinde yalnız başına epey dolaşır, sisler çekilir, etrafı gözetlerken uzakta ince bir dumanın tüttüğünü görür. Kendi kendine;
"Herhalde bizimkiler orada. Beni bulamayınca ateş yaktılar ki göreyim" diye düşünerek o dumana doğru yürür. Yol olmadığından derelerden, tepelerden zorluklarla geçer, üstü başı dikenlerden, kuru dallardan yırtılır, kirlenir, perişan olur. Yorgun-argın hedeflediği yere gelince keçeden kepeneğine bürünmüş bir çoban görür. Selâmlaştıktan sonra çoban, hemen sırtındaki kepeneği çıkarır, tanımadığı bu misafirinin sırtına koyar, üşümesin diye ateşe birkaç kurumuş dal daha atar, harlandırır, başına oturtur ve üzerini örter.
"Sen üşümüşsün bey! Şöyle otur ısın, iyice istirahat et. Ben sana süt ve yiyecek bir şeyler hazırlayayım" der uzaklaşır... DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...