Kalpten kalbe yayılan, görünmeyen fakat tesiri, içimde fırtınalar oluşturan bu muhabbet korkusuydu beni uyutmayan...
Şimdi bana “Peki, sevinirken korkmak da nereden çıktı?” diyenler olabilir. Hani çok çok kıymetli bir şeye kavuşursun; bu bir servet olabilir, makam mevki, itibarlı bir iş... sonra da onu elde tutamama, çaldırma, kaybetme hissiyatı içinde olursun ya benimki de öyle bir şeydi. Ne bileyim ben kaybetme endişesi, telaşı diyeyim, siz ne derseniz deyin! Az çok tahmin etmişsinizdir zaten.
Kalpten kalbe yayılan, görünmeyen fakat tesiri, içimde fırtınalar oluşturan bu muhabbet korkusuydu beni uyutmayan... Seneler sonra kavuştuğumu bir gecede teneffüs edip solumam kolay olamasa gerekti.
Mühim hadiseleri sindirip rahatlamayı kalbim kaldıramıyor, hatalarımı, kusurlarımı, nefsimin amansız direnişini, aklıma gelebilecek bütün menfiliklerin hepsini omuzlarıma yüklüyor ve bu ağır yükün altında kalakalıyordum.
“Bu daha ilk” dedim, yaşadıklarımı bir sinema şeridi gibi beynimde yeniden yaşamaya başladım. Aslında bundan pek rahatsız sayılmazdım ama kendime sözüm geçmiyordu. Sadece, azıcık dinlensem hiç fena olmazdı. Uykum kaçmıştı bir kere, geri gelmesi çok zordu. Yorganımı yavaşça kenara itip yataktan kalktım.
Evde çoluk çocuk herkes derin bir uykuda. Nefes alıp vermeleri, arada sırada horlama sesleri de olmasaydı etraf sessiz sayılacaktı. Sessiz ve karanlık... Gözlerim karanlığa alışıktı, eşyaların arasından kolay geçtim. Ayak parmaklarımın ucuna basarak kimseyi uyandırmadan pencerenin önüne kadar geldim. Sonra fikir değiştirdim, bahçeye çıktım. Karanlığa rağmen dışarısı ne kadar da harikulâdeydi. Âdeta masallardan fırlayıp heyecanını kaybetmeden önüme serilmişti bütün gece. Bahçe, çiçekler, teneffüs ettiğim hava hiç alışık olmadığım bir güzellik kokuyordu, aynı şey gibi... Yağmurdan sonraki tarif edilmeyen toprak kokusu gibi.
Akşamdan beri bütün mahalle, uçsuz bucaksız lacivert bir yorganla örtülmüştü de sanki bizim ev, tarife dışı bırakılmıştı. Oradan da beni uyutmamayı tembih etmişlerdi: “Sakın uyuma!”
İnceden inceye başlayan yağmur, sonra sicim gibi akmaya başladı. Sarı sokak lambalarının o cılız ışıklarını da söndürmüştü yağmur taneleri. Usul usul süzülerek toprakla buluşmaya devam edişlerini seyrettim. Çok hoştu ama hava gittikçe serinleşiyordu. Rüzgâr her esişinde olmayan uykumu hepten dağıtıverdi. İçeri girdim, kapıyı yavaşça kapadım. Baktım hanımefendi de ayakta. Bir gölge gibi beni takip ediyormuş meğer.
- Daha işe başlayalı kaç gün oldu. Niçin bu kadar dertlisin Hoca? Uyumadın, beni de uyutmadın!
- Demek sen de uyanıktın!
- Fırsat vermedin!
- Anladım! Özür dilerim! Hakkını helâl et!
- Helâl etmesine ettim de bu kadarı da fazla! İstirahat etmen lazım. Yarın erkenden mektebe, oradan dergiye gideceksin. Bir de uykusuzluk! Buna can mı dayanır? Böyle olmaz ki!
DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...