"Sana ışıklı ayakkabı almaya gidiyoruz Elif'ciğim..."

A -
A +

Elif’ciği, abisini ve babasını da arabama alarak binbir düşüncelerle dolu daha önce tesbit ettiğim mağazalara gidiyoruz...

 

 

 

Evet, İstanbul! Yine sendeyim ve bu sana selâmım olsun ey müşfik anne! Sana “müşfik anne” diyorum; çünkü hazret-i Mevlânâ gönüllü olan sen, sana gelen kimseyi geri çevirmedin bugüne kadar. Şahit ol ey İstanbul ben de benden yardım isteyenleri geri çevirmeyeceğim inşaallah.

 

“Bütün dünya tek bir devlet olsaydı, başşehir İstanbul olurdu” diyen Napolyon haksız değildi.

 

Tefekkür etmeyi oldum olası severdim. “Uyumak, nasıl şeydir sonsuz bir uykuda olmak?” diye düşündüm; kirpiklerime, simsiyah gür saçlarıma, utanınca al al olan yüzüme düşen yağmur damlası beni uyandırdığı zaman. İliklerime işleyen serinlik yüzünden kalkıp daha sıcak bir yer bulmalıydım ama sanki hiçbir yer az önce uyandığım yerden daha sıcak değildi. Damarlarımda gezinen kan bile henüz uykulu olduğundan ayağa kalkmak, altında böceklerin yaşadığı toprağa derince gömülmüş bir kayanın kıpırdatılmasından farksızdı. Neyse ki birkaç martının sesi kuvvet verdi de avuçlarımla iki yanımdaki ıslak topraktan destek alarak doğruldum. Beni ıslatarak uyandıran yağmurun neredeyse birbirinin içine geçmiş çatısız evlerin üzerinde, devasa ağaçların dallarında, balkon önlerindeki saksılarda hayat bulduğunu düşündüm.

 

Bir yığın düşünce beynime bir cam kırığı gibi saplanıp, güneşli bir günde rüzgârın hızla savurduğu bulutların sokağa düşmüş gölgeleri gibi, zihnimde kayarcasına gidip geldi. Soğuk, dumanlı havaları sevmem çünkü bu kurşuni, muvazenesiz binalardan daha sıcak evimden ayrı düşüp sokaklarda yaşamayı dayanılmaz kılar.

 

Herkese acı veren hatıralar, bu aileyi görünce bana da acı veriyordu. Oyunun zevkinden başları dönmüş, terleyip yüzleri al al olmuş çocukların bir gün dünyanın acımasızlığını öğrenmeleri gibi... Hakikatleri görmeye başladığı zaman o zavallı çocukların masum yüzlerinin pembeden kırmızıya daha ileride patlıcan moruna dönüşmesi gibi... Bileklerden bir tarak gibi uzanan parmakların içlerine kıvrılan kemikleri, eklemleri acıtır, hissizleştirir ya ben de öyle kıvranıyordum.

 

 

 

Su kirlidir, içilmez,

 

Semtimizden geçilmez,

 

Ben bir ana kızıyım,

 

Bana paha biçilmez.

 

 

 

Elif’ciği, abisini ve babasını da arabama alarak binbir düşüncelerle dolu daha önce tesbit ettiğim mağazalara gidiyoruz.

 

- Elif, nereye gidiyoruz biliyor musun?

 

- Nereye?

 

- Sana ışıklı ayakkabı almaya.

 

- Işıklı ayakkabılar mı?

 

Aman Allah’ım! Bir çocuk bu kadar mı güzel güler… Bu kadar mı yakışır, o küçük yüzüne o masumiyet…

 

Mehmet'le Elif, el ele tutuşmuş önümüz sıra yürüyorlardı, biz de babası ile arkalarından… Adamcağız yol boyu, minnet, şükran, teşekkür, duâ... duâ... İçinde ne varsa, elinden ne geliyorsa saydı döktü. “ÂMİN” dediğimi hatırlıyorum, onun dışında dinlemiyordum, dinleyebilecek durumda değildim. Sadece olup bitenleri boş gözlerle takip ediyordum. Bilhassa Mehmet'i ve Elif'i...

 

DEVAMI YARIN

 

 

 

Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.