Beklenmedik zamanda karşısına dikilen bu ihtiyar adam, karizmasını çizmiş, fiyakasını bozmuş, dünyasını altüst etmişti...
Tanımadığım o ihtiyar, güzel şeyler söylüyordu:
-Öğle namazı geçti hiçbiriniz kılmadınız ama o gidip sessiz sedasız kıldı, geldi. Şimdi, ben soruyorum size: Anlattığınız kitaplarda ne yazıyor? Namaz mı mühim, yoksa böyle münakaşa etmek mi? Koro hâlinde ilâhiler okumak veya nutuk çeker gibi vaaz vermek mi daha mühim?
Adam fena bozuldu. Tamire kalkmak istediyse de bir şey beceremedi.
Mânâlı mânâsız kafasını sallayan hoca efendinin bağrına ateş düşmüş müydü bilmiyorum? Ama beklenmedik zamanda karşısına dikilen bu ihtiyar adam, karizmasını çizmiş, fiyakasını bozmuş, dünyasını altüst etmişti. Söylenenler kolay yenilir yutulur şeyler değildi.
- Eğer gördüklerimize inanacaksak ki, elbette doğru olan bu, korkunç bir felâketle karşı karşıyayız demektir!”
Yanılıp yanılmadığını, namazı niçin ve neye göre geciktirdiğini tekrar tekrar sordu. Çok iknâ edici konuşuyordu. Son derece emindi anlattıklarından. Ben ise bu münakaşanın olmasına vesile olduğumdan dolayı kendimi suçluyor ve ilk defa karşılaştığım bu acayip ortamdan dolayı olsa gerek korkuyor, hâlâ tir tir titriyordum. Belli etmeden içimden de; "Büyüklerimiz hep demez miydi 'Münakaşanın galibi yoktur' 'Münakaşa etmeyin. Münakaşa, dostun dostluğunu giderir, düşmanın da düşmanlığını artırır' diye..."
Koç gelir yata yata,
Çamura bata bata,
Dendi, hasta olmuşsun,
İçine ata ata!
Mevlidhan; "Siz kendinize bakın" diyerek arkadaşlarının yanına gitti.
Derin düşüncelere daldım.
"Ne kadar güçlü olursan ol, yine de kaba kuvvet, ölçüsüz konuşmak, haddini aşmak aklın yanında hiç kalır" diye söylenerek münakaşayla değil, mantıkla bir çözüm peşindeydim. "Fakat aklı olmayan, ölümden, ahiretten, yenilgiden korkmayan bir adama baş eğdirecek hakkı söyletecek vasıtalar ne olabilirdi?" sorusunun sıhhatli cevabını bulamıyordum bir türlü.
Hırsımdan bahçeden dışarı çıktım. Sağa sola gezinerek hayal etmeye başladım mazimi/geçmişimi ve istikbâlimi/geleceğimi. Daldım gittim ötelere. Derin uykularda görülen tarif edilemez rüyalar gibi, çocukluğumu, muhterem validemi, hafız-ı kelam kıymetli pederimi ve ömrümün çoğunu yanında geçirdiğim büyüklerimi...
Mübarekler gözümün önüne geldi. Birkaç sene önce hakkın rahmetine kavuşan o muhterem pir-i fâni, mânevi ilimlerde derya, fen ilimlerinde üstün âlim, muhterem insanı hiç ama hiç unutamıyordum. İlk sohbetini, güzel simasını, tane tane ve ruhları okşayıcı sesini duyar gibi oluyordum:
"Dünya hayal demektir. Tıpkı rüya gibi... Bir varmış, bir yokmuş... Hakikat ölünce anlaşılacak. O zaman da iş işten çoktan geçmiş olacak... Allahü teâlâ muhafaza buyursun!"
Bu müşfik ses, kulaklarımı doldurarak sanki bütün İstanbul'u kuşatır gibi oldu. Daha neler neler hatırlamadım ki... "Sanki hiç yaşanmamış bir rüyaydı kocaman ömür..." diyerek derin hayallerimden uyandım.
Anlatılamaz bir ağırlık vardı üzerimde. "Evime dönüp istirahat etmek" bahanesiyle, hane sahibiyle vedalaşarak ayrıldım.
DEVAMI YARIN