Tanju’nun gelip beni alacağını duymuş, hazır bekliyordum...

A -
A +
 ANA YÜREĞİ
Canım anneciğime bir iki sözüm vardı ama nasıl söyleyeceğimi bilemiyordum: “Sen mesut ve bahtiyarsın diye herkesin, birdenbire mutluluğa boğulmasını istiyorsun. Tek başına mesut olmak sana azap veriyor galiba, zor geliyor anlaşılan! Bunu son zerresine kadar hak etmiş olmak için, belki de vicdanını rahatlatmak için didinmeye başlıyor, kendini yiyip bitiriyorsun anne! Gayretini, kabiliyetlerini, işte ne bileyim, senin ifadenle o yüksek kadirşinaslığını göstermen lazım geldiğinde muvaffak olmayacaksın diye nasıl da kendine eziyet ediyorsun! Lütfen anne, bırak çocuk gibi muamele etmeyi!” desem bile onun da bana vereceği cevabının hazır olduğunu tahmin ediyor, yutkunuyorum. Ah anneler ah!
Hazinenin yolunu tarif ettiler bana!
Kavuşmak istiyorsam, gitmeliyim o yana!
 
Her şeyin bir sonu, her günün gecesi var.
Gecesi olmayan gün, kıyamet günü başlar.
Sanki başı bulutları delip dışarı çıkarmış gibi yükselen gökdelenlerin cam kaplı yüzeyleri, altın kızılı güneşle sarıya boyanmış gibiydi. İstanbul’da sık sık görülen bir havaydı bu. Sisin ve güneşin mücadelesi her tarafta bariz bir şekilde belli oluyordu. Bir o, bir diğeri sırayla galip geliyordu bu tarihî şehre. Görüp dinlediklerimden, okuyup öğrendiklerimden dolayı mı ne? “Kötü arkadaşların gözü kör olmasın!” diye söylenip duruyordum. Kendimi hep müspet düşünmeye, en kızgın anlarımda bile kahırlı kelimeler söylememeye alıştırmasına alıştırmıştım da ne kadar becerebildiğimi tam kestiremiyordum.
Gözüm hep kapıdaydı. Daha doğrusu Tanju’nun gelip beni alacağını duymuş, giyinmiş öyle hazır bekliyordum.
Bir ara pencereye döndüm, hava pırıl pırıldı, sonra nereden nasıl çıktıysa açıktan koyuya doğru her tarafı yoğun gri sis kapladı. Ilık olan hava gittikçe ısınacak yerde hepten soğuyordu… Hakikaten soğuk muydu, yoksa bana mı öyle geliyordu? Hissettiklerimden kesin emin değildim. Bir hafta sırtüstü yatmış, lazım gelen ilaçları almıştım ama yine de kafam allak bullaktı. Daha doğrusu eksiğim çoktu ve en mühimi sağlıklı düşünemiyordum. Kısa zaman içinde öyle zıt şeyler yaşamıştım ki nasıl rahat edip tam emin olacaktım, belli değildi! Üstelik çiçeği burnunda gelin olduğumdan etrafımı, mahallede kimseyi tanımıyordum, kimseler de beni…
Kapı açılır açılmaz kara sevdayla âşık olduğum içeri girdi. Sanki hastane odası birden ışıklandı. İlk işim, meftun olduğum adamın yüzüne bakmak oldu. Gözleri; hani derler ya “ceylan bakışlı” o çeşitten yeni doğmuş tay gözleri gibi parlak ve duruydu, kaşları gökteki ayın üçü gibi açık hilâldi, buğday benizli, ince uzun, bizim ifademizle selvi boylu, oldukça güzel yüzlü ve yakışıklı bir delikanlıydı hayat arkadaşım. Gören bir daha dönüp ona bakıyor “maşallah” diyordu.
Anneciğimin bir türlü kalbinin ısınmadığı bu genç hayat arkadaşım, gezip tozmayı, araştırıp incelemeyi pek severdi. Gidebildiği kadar yerleri, memleketleri dolaşmış, en sonunda gelip bana ram olmuştu.
DEVAMI YARIN
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.