İlk defa duyduğum bir dedikodu haber üzerine uykularım kaçmıştı. Bu yüzden sabaha doğru erken çıkmıştım evden. Yine neyle karşılaşacağımı bilememe endişesi, beni bütün düşüncelerimle kovarcasına sokağa itmişti. Kendi kendime söyleniyordum:
"Ey koca şehir İstanbul! İçine düşen her şeyi sindiriyorsun, maşallah reddettiğin bir şey yok! Büyük sabrın var! Rabbim, her durum ve şartta bize de sabırlı olmak nasip eylesin. Ne kadar caddelerinde dolanmış, parklarında oturmuş, geniş bulvarlarından, dar sokaklarında gezmişim? Hâlâ da müsaade ediyor bizi reddetmiyorsun ey İstanbul!"
Bir ecdat sözümüz var: "Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi yok!" Nereden icap ettiyse aklıma geldi. Öyle ya İstanbul ne yapsın? İti kopuğu sokaklarını arşınlayabildiği gibi, âlimi, zahidi, evliyası da oralarda mekân tutmuştu. Bizler de tercihlerimizle istediğimiz yere gidebiliyorduk.
Yine kafam dopdolu çözülecek problemlerle. Bendeki malumat toplama, öğrenme açlığı doymak nedir bitmiyordu. Masum bir arayışıyla bütün şehri bir ucundan bir ucuna adımlamış, içimdeki açgözlü ejderhayı bir türlü sakinleştirememiştim. Bu öyle bir şeydi ki, kafatasımın içinde kendine hususi bir yer edinmiş, her acıktığında beynimi parça parça midesine indiriyor, ağzını her açıtında ateşiyle içimi küle çeviriyordu.
Bulunmaz törem gibi,
Hastayım verem gibi,
Kimse bilmez derdimi,
Yanarım Kerem gibi.
***
İki kıtayı birleştiren Boğaz'ın incisi, güzel İstanbul’un buram buram tarih, sanat ve medeniyet kokan Taksim Meydanı, oldukça hareketliydi. Hani derler ya; “Ortalık ana-baba günü. Sokaklar, caddeler sanki Birleşmiş Milletler; her renkte tipten insanlarla doluydu. Eski, yeni değişik mimarî tarzdaki binaların tülden alaca gölgeleri Galatasaray’a inen İstiklâl Caddesine düşüyor, temmuz ayının sıcak esintisiyle bir hoş olan martılar, çılgın ötüşleriyle havayı âdetâ çınlatıyordu. Meydanın doğu tarafı otobüs durağıydı. Beyaz, sarı çizgilerle ayrılmış yer tâ AKM'ye kadar uzanıyordu. İndiğim belediye otobüsünden insan seline katılarak Ağa Câmii'nin önünden geçip Ayhan Işık Sokağı'na girdim. Fatma Girik Han'ın karşısındaki Tulgar Han'ın kapısından orta yaş biri çıktı. Ona Bidav stüdyolarını sordum.”
Saçı sakalı uzunca, sanki birbirine karışmıştı. Elbiselerini düzeltiyormuş gibi yaptı. Elleri, ayakları iriceydi. Karşısında iddiasız duran bendenize tepeden tırnağa dikkatlice baktı.
- Tam yerine gelmişsin bey! Yoksa Ragıp Bey misin?
- Evet! Tanışıyor muyuz?
- Tanışacağız şimdi.
- Peki, nerden bildin? Nasıl tahmin ettin?
- Ben insan sarrafıyım bey!
- Maşallah! Dediğin gibiymişsin.
- Neyse… Kunt bahsetmişti, geleceğinden haberimiz vardı. Ben kara-kuru bir taşralı beklerken artist gibi biri çıkıverdi karşıma!
- Serde muziplik de var galiba!
- Ne var ne yok, onu bunu bilmem ama kaç gündür seni bekliyoruz zaten. Bütün hazırlığımızı yaptık. Fazla mesai alacağız bu gidişle.
- Desene işimiz var bu Yeşilçam müdavimleriyle! Rabbim bana kuvvet versin!
DEVAMI YARIN
Ragıp Karadayı'nın önceki yazıları...