Tepeden tırnağa beyaz kıyafetler içinde hanım hanımcık biri, kelebek hassasiyetiyle içeri süzülüverdi...
Koltuk ve kanepelerle uyumlu kalın kadife perdeler, kapının solundaki duvarı ise çok iyi tanıdığım Ehl-i sünnet itikadını anlatan nadide kitapların konduğu, cevizden yapılma zarif bir kitaplık süslüyordu. Onları görünce kendi evime gelmişim gibi daha bir rahatladım.
İnce, beyaz dantellerle her taraf gelin odası gibi bezeliydi. Bir koltuğun kenarına hemen kaçacakmışım gibi ilişiverdim. Çocuklar da gözlerine kestirdikleri müsait yerlere oturdular. Hepsi de pek aşina olduğum şeylerdi. İçimden “Seneler öncesi binbir emekle seçip aldıklarımız; ya icradan tekrar alınıp buraya getirilmiş, ya da aynıları yeniden satın alınıp konmuş…” dedim, altından ne çıkacağını merakla beklemeye başladım.
Hokkabazların büyülediği figüran misali peşlerine takılıp geldiğim yerde soracaklarımı soracak, alacağım cevaplara göre de kendi rotamı çizecektim güya. Evdeki hesap çarşıya uymadığı gibi hepten birbirine karışmıştı. Ben öyleydim de çocuklar değil miydi? Mutlaka onlar da aynı hislerle, aynı acıları... acıları demeyeyim de heyecanı tadıyorlardı.
Karşıma birileri çıkacaktı iyi veya kötü olarak, eminim ki o her kimse ayakları titreyerek içeri girecek, beni ilk gördüğünde çok şaşıracaktı. Belki de “Aaa sen misin?” deyip rahatlayacaktım.
Envaiçeşit düşünceler içindeydim ki tepeden tırnağa beyaz kıyafetler içinde hanım hanımcık biri, kelebek hassasiyetiyle içeri süzülüverdi. Bize kılavuzluk eden hanım kıyafetlerini değiştirmişti. Elindeki süslü tepsiyi uzatırken, derin derin soluduğunu duyuyor, yüzüne bakmamaya çalışıyordum. Başımı iyice yere eğdim. İçimden, bildiğim duâları okuyor; “Ah şu canavar nefsimi sakinleştirip ipe sapa gelmez heyecanımı yenip kahveyi bu güzelim halılara dökmeden bir alabilsem…” diyerek, titreyen elimi fincana uzattım. Terden sırılsıklam olmuştum.
Bu seremoni, ilk ve en mühim merasimlerinden biriydi mutlaka. Keşke askerî birlikler gibi önceden tatbikatını, hem de tam teçhizatlı ve de hakiki silahlarla yapabilseydik. Her neyse o da benden aşağı değildi ki hemen koşarcasına uzaklaştı tam karşıma denk gelen sandalyeye kuruluverdi. Gözleri önde, bir gelin gibi süzülmeye başladı. İkimiz de başımız eğik, sadece dizlerimize bakıyoruz.
Birimizin söze başlaması lazımdı. “Bu tanımadığım hanımefendiye ne deseydim acaba? Korkak görünmek de istemiyordum. Kadıncağıza öncülüğü verir, her şeyi ondan beklersem bir sıfır yenik başlamış olabileceğimi düşünüyordum. Empoze klişe taktikler, nasihatler diziliverdi gözümün önünde… Gayriihtiyari boğazımı temizledim. Başladım hiçbir şey yokmuş, gayet rahatmışım gibi zorlama sohbete:
- Benim isimim Jale ya sizin ki?
- Ben çoktan isminizin “Jale” olduğunu öğrenmiştim.
Deyince baltayı taşa vurduğumu düşünüp daha ilk cümlede yenileceğimin acı işaretiyle karşılaşmış, daha dikkatli olmam lazım geldiğini pekâlâ anlamıştım. Öyle ta ilk girişte ismimle hitap eden o değil miydi? Şaşkınlık böyle abuk sabuk konuşturuyordu demek. DEVAMI YARIN