Birkaç hafta önce bir arkadaşın yoğun baskıları neticesinde uzun yıllar sonra futbol oynadım. Ortamdaki herkes beni tanıyordu ama futbol geçmişimle ilgili hiç bilgileri yoktu. Ben kenarda oyuna ve ortama ısınmaya çalışırken takımlar oluşturuldu. Bir takım beş kişi, diğeri altı kişi… Ve ben altı kişilik takımdayım.
Bu durumdan hafif işkillendim. “Biz niye 6 kişiyiz ya?” diye sordum. “Boş ver, öylesine oynuyoruz işte ya” diye geçiştirdiler.
Birkaç kişiye yanaşıp, “Kaç yıldır oynamıyoruz, paslandık” falan diyerek beklentiyi düşürmeye çalıştım. Bu arada bizim takıma fosforlu sarı renkli bir üst dağıttılar. Giymeyi denedim ama çok dar geldi. Ben de kenara fırlattım ve maç başladı.
***
Ben eğlenceli bir ortam bekliyordum ama baktım millet acayip gergin. “Öylesine oynuyoruz işte” diyenler öyle böyle oynamıyor. Hiç şaka kaldıracak bir ortam yok. Öyle sahada gevşek gevşek gezip espriler yapsam pek iyi karşılanmayacak. Ben de mecburen ciddileştim ve koşmaya başladım.
İlk dakikalarda ayağıma bayağı bir top geldi. Ama dakikalar ilerledikçe pas verenlerin sayısında ciddi bir düşüş yaşandı. Adamlar anlık performans değerlendirmesiyle beni oyuna dahil etme yüzdelerini sürekli güncelliyordu.
Bir ara rakip yarı alanda topu önümde gördüm. Vurdum ve gol oldu. Şaşırdım ama “Benim için normal bir olay” algısı oluşturmak için abartılı sevinmedim. Sakin bir şekilde orta çizgiye doğru yürürken arkadan itirazlar yükseldi. “Ofsayt mı acaba?” diye düşünürken birisi “Şu formayı giy hocam, hangi takımdan olduğun belli olmuyor” diye bağırdı.
Birden gaza gelip “Sarı forma giyiyor olsam o golü yemeyecektiniz sanki! Buz gibi gol işte!” diye bağırdım. Çok gereksiz bir hareketti ama maalesef yaptım.
Bu arada birisi gelip formayı koluma bağladı. Öz güvenim bayağı bir tavan yapmıştı. Bir gol daha atıp “Ne oldu? Konunun fosforlu sarıyla bir ilgisi yokmuş değil mi?” desem harika olacaktı. Ama bırakın gol atmayı, topla doğru dürüst buluşamadım bile.
Koluma bağlanmış fosforlu formayla sağa sola koşturup durdum.
***
Sona doğru nefesim iyice tükendi. Artık nefes alamaz hâle gelince “Kaleye ben geçeyim” dedim. Bir sakatlık olmasın diye de gözlüğü çıkarıp kale direğinin dibine koydum.
Birkaç klas kurtarış yapsam durumu toparlayabilirdim. Gözlerimi kısıp etrafı görmeye çalışırken bizim yarı sahaya doğru bir hareketlenme oldu. Kaleyi ortalayıp uçmak için hazırlanırken yaklaşan bir cisim gördüm ve “Gool” diye bir ses geldi.
Benim kalecilik performansımı gören rakip takım oyuncularında ilginç bir neşe oluştu. Top birisinin ayağına geldiği anda hep birlikte coşkuyla “Şut çek, şut çek!” diye bağırıyorlardı. Aralarında “Gözlüğü yok, abanın!” diye konuştuklarını duyabiliyordum. Art arda dört gol yiyince birisi kaleye geçti ve ben tekrar sahalara döndüm.
Maçın geri kalan kısmında topla kısa süreli bir ilişkimiz oldu. Ekip iyice yorulunca “Atan kazanır” diye bir şey uydurdular. Son golü biz attık ve kazandık.
***
O akşam iyi bir oyun çıkaramadım belki ama sonrasında futbolla iş dünyası arasında bir ilişki kurup bazı çıkarımlar yaptım. Bari onları paylaşayım da akıttığımız terler boşa gitmesin.
Takım arkadaşlarınız önce sizi bir deniyorlar. Eğer gerekli verimi alamazlarsa sizinle olan temasları giderek zayıflamaya başlıyor. Yani algoritma sıkı çalışıyor ve eğer takım oyununa katkı sağlamıyorsanız etkileşiminiz hızla düşüyor.
Denk gelip bir gol attığınızda havalara girmek büyük bir hata. Sonra fitil fitil burnunuzdan geliyor.
Rakipler sizin hep en zayıf olduğunuz yere odaklanıyor ve abandıkça abanıyorlar. İlk golü yerseniz de gerisi geliyor.
Netice? İş hayatında ekip arkadaşlarınız sizi dışlıyorsa, başarınızı abartıyorsanız, rakipler çok acımasız diye yakınıyor ve sürekli başarısızlığa mazeret üretiyorsanız, bence bu maçı bir düşünün. Önemli ipuçları çıkabilir.
Bu arada “Paslanmışız ya!” türünden yakınmaları kimse ciddiye almıyor. Paslıysan oynamayacaksın. Oynuyorsan da pasından kirinden bahsetmeyeceksin.
Salih Uyan'ın önceki yazıları...