Hadis-i Şerîf Ramazan orucu farz, teravih sünnettir. Bu ayda oruç tutup, gecelerini de ibadetle geçirenin günahları affolur. [Nesâî] Bu aya ramazan denmesinin sebebi, günahları yakıp erittiği içindir. [İ. Mansur] ------ Hak teâlânın kullarına cezâsı, günâhları miktârıncadır. Eğer günâh gizli ise ve günâhkâr kimse, günâhından (tövbe edip) Ona sığınıyor ve yalvarıyorsa, o günâha dünyevî belâların kefâret olunması mümkündir. Eğer günâh şiddetli ve büyük ise ve günâh işleyen inâtcı ve kibirli ise, o günâha âhırette cezâ verilir ki, bu cezâ şiddetli ve devamlıdır. 2/99. [Se'âdet-i Ebediyye: 503.] ------ "... Türklerin bize haklı olarak yönelttikleri tenkitlerin başlıcası, kirli oluşumuzdur. İspanya'da ömrü boyunca iki kere yıkanmış hiçbir kadın ve erkek yoktur. Türk hamamlarında çok su harcanır. Dünyada İstanbul kadar çeşmesi olan hiç bir şehir yoktur, her sokakta muhakkak bir çeşmeye rastlanır." Bu satırlar 1552 yılında Türklere esir düşüp, üç yıl boyunca Kaptan-ı Derya Sinan Paşa'nın yanında kölelikten en bilgili ve gözde hekimleri arasına yükselen İspanyol Pedro'nun kaleme aldığı "Kanuni Devrinde İstanbul" isimli kitaptan alınma... İnanılmaz değil mi?.. Ama inanın bunlar doğru... Bu garip durum İspanya'ya has bir şey de değil üstelik, o dönem Avrupa'sında yaşanan sıradan bir vaka. Sebebi ise o dönemki doktor ve din adamlarının Avrupa toplumu üzerinde bıraktığı etki, daha doğrusu baskıların bir sonucu. Zira o dönem doktorlar banyoyu tavsiye etmedikçe yıkanmanın sağlık açısından tehlikeli olduğu inancı yaygındı. "Günlük Sağlık Bakımı" isimli kitabın yazarı olan doktor John, "Kulaklara kaçırmamak şartıyla başınızı yıkayabilirsiniz" diyordu. Fakat Jean de Renoe adlı başka bir doktor ise aynı fikirde değildi. "Ellerinizi yıkayabilirsiniz" diyor, "Ayaklarınızı da yıkamanızda bir mahzur yoktur. Fakat başa su sürmek, son derece tehlikelidir. Unutmamalıdır ki başa sürülen su, her türlü derdin kaynağıdır" görüşünü savunuyordu. Bu gibi konularla yakından ilgili bir yazar olan Theophrashe Renaudot da bir kitabında aynı konuya temas etmişti: "Doktorlar tavsiye etmedikçe banyo yapmak sadece lüzumsuz bir hareket değil, tehlikelidir de... En büyük zararı da müstakbel annelerin karınlarındaki hayat meyvelerini yok etmesidir." Kirli olmak dindarlığın işareti! Üstelik Hıristiyan din adamları yıkanma eylemini kötü bir fiil olarak değerlendiriyorlardı. Hıristiyanlığın ortaya çıkışından çok sonra, Roma hamamlarında yaşanan rezillik ifratına, tefritle karşılık vermişler ve temizliği yasaklamışlardı. VI. yüzyılda Aziz Benedik, dindar?lara ve özellikle gençlere; "Banyo, ancak bazı durumlarda izne tâbidir" diye seslenirken, Aziz Francis ise; "Yıkanmamış vücut dindarlığın işaretidir" şeklinde sözler ediyordu. İspanya Kraliçesi İzabel, hayat boyu sadece iki defa, doğumunda ve gerdeğe girerken banyo yapmış olmakla övünüyordu. Papa olan ilk keşiş Büyük Gregory "Vakit kaybettirecek bir lüks" durumuna gelmediği sürece ancak pazar günleri yıkanmaya izin vermişti. Hamam sayısının sekiz olduğu Paris'te halk "banyocu" denen esnaflar sayesinde yıkanma şansına sahipti. Bu adamlar bakırdan bir tekneyi peşlerinden sürükleyerek sokak sokak, mahalle mahalle dolaşırlardı. Bu o kadar masraflı bir işti ki, dar gelirli şehirliler, böyle lüks bir işe pek seyrek kalkışırlardı. Orta halli bir Parisli bile ancak bayramlardan ve önemli günlerden önce temizlenme şansına sahipti. İşte sudan bu denli korkulduğu dönemde Avrupa toplumunda pislik almış başını gidiyordu. Öyle ki uzun süredir yıkanmayan, hatta silinip temizlenmeyen insanlar, üzerlerindeki pis kokuyu örtmek için ağır parfümler kullanıyorlardı. En kibar muhitlerde bile kadınlar, yanlarına ağır esanslara batırılmış küçük sünger parçaları taşırlar, arada bir koltuk altlarına sürerek kokularını örtmeye çalışırlardı. Müslümanları örnek aldılar Haçlı Seferleri sırasında Müslümanların hamamlarını tanıyan Hıristiyanlar, ülkelerine döndüklerinde bu fikri Avrupa'da canlandırmaya çalıştılar. "Stew" (umumhane) denen bu hamamlar, İngiltere ve Fransa'da bir anda popüler oldu. Ancak bu yapılar, Roma'daki öncüleri gibi giderek kötüye kullanılmaya başladı. Öyle ki röntgenleme amaçlı galerilerden oluşan hamamlar inşa edildi. Bu yapıların zina merkezi olmaya başlaması bir yana, salgın hastalıklara sebep olması zaten yıkanmaktan hoşlanmayan kiliseyi kızdırdı. 1500'lerde, VI. Henry'nin hüküm sürdüğü dönemde, İngiltere'nin çoğu umumhanesi kanunlarla kapatıldı. Bundan 40 yıl sonra da I. François, bütün Fransız umumhanelerinin kökünü kazıdı. Böylece çocuk doğmadan öldü ve Avrupa yine pisliğin içine gömüldü. O dönem Avrupa'sında çok güçlü bir yeri olan Türkiye'yi ve Türkleri yakından tanıma fırsatı bulanlar moda olarak veya sağlık sebepleriyle şahsi temizliğini sürdürebilmişti. Akılları başlarına geldi Nihayet bu karanlık dönem Pasteur'un sağlık kurallarına verdiği önemden sonra düzelmeye başladı. 19. yüzyıla gelindiğinde temizlikle ilgili önemli adımlar atıldı Avrupa'da. Ancak bu, pragmatist bir anlayışla ele alındı. 1842'de, İngiltere Fakir Yasası Komisyonu Sekreteri olan Edwin Chadwick'in açıklaması da bunu gösteriyordu. Ona göre, pislik hastalığa, hastalık ise gelir ve dolayısıyla güç kaybına sebep oluyordu. Chadwick aynı zamanda bakanlığı, çalışan sınıfın temizlik standartlarını geliştirmesi konusunda harekete geçirmişti. Bu çabalar sonucunda, Parlamento 1846'da, "Halk Hamamlarını ve Yıkanma Evleri Hareketi"ni onayladı. 1853'te sabun vergisi kaldırıldı. Bu, İngiltere hazinesi için her sene bir mil?yon pound demekti ama pislik ve buna bağlı yoksulluğun İngiltere'ye çok daha pahalıya malolduğunu farketmişlerdi. 1860'ta, Londra'da sayısı 10 olan halka açık yıkanma evlerinin sayısı artırıldı. Bu hareket Amerika'ya da yayıldı. "Amerikan Tıp Topluluğu Dergisi"nin 1892 Ekim sayısında; korunma tedaviden daha iyi olduğu takdirde, halka açık büyük bir hamam kurmanın, hastane inşa etmekten daha ucuza malolacağı yazılıydı. Sosyal hayatın bir parçası Avrupa'da bütün bunlar olurken Osmanlı döneminde hamamlar sadece yıkanıp paklanmanın dışında sosyal renkli mekânlardı da. İmparatorluğun en ihtişamlı zamanında, şehrin her mahallesinde sıcak ve soğuk banyoları, çeşmeleri, kubbeli mermer odalarıyla, haftanın belirli günlerinde de sadece kadınlara açık olan bir hamam mutlaka bulunurdu. Evliya Çelebi'nin aktardığına göre, 17. Yüzyılda İstanbul'da 4 bin 536 özel hamam ve 300 adet halka açık hamam bulunuyordu. Bu durum yabancı seyyahların da dikkatini çekmiş olacak ki yazdıkları seyahatnâmelerde bu konuya sık sık değindiler. M. de Thevenot 1665 yılında Paris'te yayınladığı "Relation d'un voyage fait an Levant" isimli eserinde, "Türkler çok yaşarlar ve az hasta olurlar. Bizim memleketlerdeki böbrek hastalıkları ve daha bir sürü tehlikeli hastalıkların hiç birini bilmezler. Öyle zannediyorum ki, Türklerin bu mükemmel sıhhatlerinin başlıca sebeplerinden biri de sık sık hamama gitmeleri ve yiyip içmedeki itidalleridir. Çünkü az yemek yerler, Hıristiyanlar gibi karma karışık şeyler yemezler, içki alemleri yapmazlar ve daima idman yaparlar." der. Uzun yıllar ülkemizde kalan bir başka seyyah Edmondo de Amicis, 1883 yılında Paris'te yayınladığı "Constantinople" isimli eserinde temizlikle ilgili olarak şunları yazar: "... Yüzler, eller, ayaklar, tertemiz, yamalı kıyafet pek az ve hele kirlisi hemen hiç yok, bütün ictimai sınıflar arasında umumi ve mütekabil bir hürmet ve riayet manzarası göze çarpıyor." ------ Götüreceğin sadece birkaç metre kefen Adamın biri oğluna; "Senden iki isteğim var, birincisi, öldüğüm zaman ayağımın birine eski bir çorap giydirmeyi ihmal etme. İkincisi ise şu ağzı kapalı mektubu beni defnedinceye kadar açma, defnettikten sonra aç oku" diye vasiyette bulundu. Zaman geldi adam öldü. Kefeni saracağı zaman, oğlu babasının vasiyetini arz ederek, "Babama mutlaka bir eski çorap giydireceğiz" dedi. İmam, "Olmaz, dinimize göre ölü kefenden başka bir şeyle gömülmez" dedi. Çocuk ısrar etti, ama fayda vermedi. Definden sonra oğlu babasının bıraktığı mektubu okumaya başladı: "Oğlum! Görüyorsun ya, o kadar malım mülküm olduğu halde, bir eski çorabı bile beraber götüremedim. Elbette bir gün sen de benim gibi öleceksin. Sana da birkaç metre kefenden başka bir şey vermeyecekler. Sana bıraktığım malı, iyi harca, sarf edeceğin yerleri iyi seç. Beş vakit namazını ve diğer ibadetlerini sakın aksatma, dinde bildirildiği şekliyle tam yap. Çünkü senin kabre götüreceğin amelinden başka bir şey değildir." ------ > Seyyahların kaleminden... Osmanlı'nın hayvanseverliği "İstanbul'da büyük duvarlarla çevrili devasa bahçeler vardır. Bu bahçe duvarlarının üstlerinde ve günün belirli saatlerinde bir çok kedinin, hayırsever insanları bekledikleri görülür. Çünkü Türklerde, kazanlar içinde kaynatılan işkembe ve sakatat artıklarını, kenti dolaşarak bağıra bağıra satmak adettir. Bu gibi satıcıların arkasından elli, altmış, hatta daha fazla köpeğin seğirttikleri görülür. Türkler, bu ayak satıcılarından aldıkları çeşitli yiyecekleri köpekler arasında mümkün olduğunca eşit biçimde dağıtırlar ve bu arada duvarlar üstünde bekleşen kedilerin de paylarını vermeyi ihmal etmezler. Çünkü, dini emirlerin dışında kalan bazı şeylere Tanrı buyruğu gibi değer veren bu insanlar, kedi, köpek, balık, kuş ve Tanrı'nın başka canlı ve konuşamayan yaratıklarına yiyecek sadakası vermekle Yüce Tanrı'nın gözüne gireceklerine inanırlar. Bu inançlarının bir sonucu olsa gerek, yakalanmış kuşları öldürmeyi büyük günah sayarlar ve bunları bir çeşit kurtuluş akçesi verir gibi, satın alarak azad etmekle Yüce Tanrı'nın hoşnutluğunu kazanmış olurlar. Balıklar için de sulara ekmek kırıntısı atarlar." Baron W. Wratislav 16. Yüzyıl. Avusturyalı diplomat ------ > Ramazaniye Geldi hoş lutf ile şehr-i ramazan Nur ile toldı yine kevn ü mekân Geldi hoş lutf ile şehr-i ramazan Zeyn olup açıldı ebvâb-ı cihan Geldi hoş lutf ile şehr-i ramazan Anda Kur'an-ı Âzîm itdi nüzûl Şehr-i mümmet buyurur ana Rasûl Tâlib Hakk'a nasîp asla vüsûl Geldi hoş lutf ile şehr-i ramazan Zirr ü tesbihi vü tehlîli güzel Hem namaz u terâvihi güzel Zû'-ı kandil ü mesâbihi güzel Geldi hoş lutf ile şehr-i ramazan Ser'i pâkî başa hoş tâç edelüm Sünnet-i Ahmedî minhâc idelüm Âlem-i ma'nâya mi'rac idelüm Geldi hoş lutf ile şehr-i ramazan Mâsivâ hubbın aradan süre gör Zat-ı bîçûna Hüda'î'yi gör Bezm-i vahdette safâlar süre gör Geldi hoş lutf ile şehr-i ramazan Aziz Mahmûd Hüdâî ------ > Malatya mutfağından Lahana Dolması Malzemeler: 7 Orta büyüklükte bir lahana 7 250 gram orta yağlı koyun kıyması 7 Yarım kilo pilavlık bulgur 7 tane orta boy soğan 7 1 çay kaşığı karabiber 7 Yeteri kadar tuz, kimyon Sosu için: 7 4 adet orta boy soğan 7 1 çay kaşığı domates salçası 7 1 çay kaşığı biber salçası 7 2 çorba kaşığı tereyağı 7 Yeteri kadar kuzu kemiği (kaburgadan) Hazırlanışı: Tencerenin dibine kuzu kaburga kemiklerini yerleştirin. Diğer yandan kıyma, bulgur, soğan, tuz, kimyon ve karabiberi karıştırın, iyice özleşinceye kadar yoğurun. Lahanayı hafif haşlayın. Suyunu süzdürüp hazırladığınız içi, lahanalara ince uzun şekilde sarıp dolmaları hazırlayın. 4 orta boy soğanı halka biçimde doğrayın. Tereyağında kısık ateşte pembeleşinceye kadar kavurun. Salçaları ilave edin. Sardığınız dolmaları kuzu kaburga kemiklerinin üzerine bir kat dolma bir kat soğanlı harç olacak şekilde bitinceye kadar dizin. 2 bardak sıcak su ilave edip tuzunu ayarlayın. Kısık ateşte pişirin. Üzerine karabiber serpin. Sıcak olarak servise sunun. Günün Mönüsü: Mantar Çorbası, Lahana Dolması, Erişte, Keşkül ------ > Her güne bir dua İstiğfar duâsı Hadis-i şerifte, "Her namazdan sonra, üç kere 'Estagfîrullahel'azîm ellezî lâ ilâhe illâ huv el-hayyel-kayyûme ve etebü ileyh' okuyanın bütün günahları af olur" buyruldu. Hadis-i şerifte, "İstiğfâra devam edeni, çok okuyanı, Allahü teâlâ, dertlerden, sıkıntılardan kurtarır. Onu, hiç ummadığı yerden rızıklandırır" buyuruldu. İstiğfârlardan meşhur olanı, Peygamberimizin bildirdiği, "Estagfirullahellezî lâ ilâhe illâ hüverrahmanirrahîm el-hayy-ül-kayy-müllezî la-yem-tü ve et-bü ileyh Rabbigfir lî" istiğfarıdır. Bu istiğfarı yirmi beş kere okursa, odasında, ailesinde, evinde ve şehrinde hiç kaza, belâ olmaz. Günde en az yüz defa, Estagfirullâhel'azîm... söylemek çok faydalıdır. Her zaman ve her yerde ve namazlardan sonra ve yatarken, manâlarını düşünerek, çok "Estagfirullah min külli mâ kerihallah" veya kısaca "Estagfirullah" demelidir. ------ > Oruç ve sağlık Yabancı gözüyle oruç Orucun sağlığa olan etkileri sadece Müslüman alemi tarafından değil, dünyaca ünlü bilim adamlarınca da takdir edilmiştir. 1940 Nobel Tıp Ödülünü kazanan ünlü bilim adamı Dr. Alexis Carrel "L'hamme Cet İnconnu" adlı eserinde oruç sırasında organizmalarda depo edilmiş besin maddelerinin harcandığını, sonradan bunların yerine yenilerinin geldiğini, böylece bütün vücutta bir yenilenme olduğunu anlatır, orucun sağlık bakımından çok faydalı olduğunu söyler. Keza Fransız Profesör Pier Mulen'in oruç hakkında söyledikleri de hayli ibret vericidir: "İslâm dünyasının en yararlı kurumlarından biri oruçtur. Oruç, bedenin hem fiziksel, hem ruhsal dinlenişidir. Dokuları temizler, birikmiş toksinleri, zehirleri atar. Müslümanlar böylece her yıl bir ay bedenlerini dinlendirirler. Hıristiyan dininde orucun bulunmaması büyük bir kayıptır. Aslında insanların her hafta bir gün oruç tutmaları, başka bir deyimle diyet etmeleri ve sadece meyve suyu içmelerinde büyük yarar var. Böylece vücut, doku ve organlardaki zehirleri atar, beden dinçleşir" Prof. Strüb de oruç hakkında "Oruç tutan bir bünye adeta revizyona girmektedir" der.