Taktik konuşması olmayan maçlardan biri oynandı. Galatasaray'ın yaptığı şey imkansızı zorlamaktı... Maç öncesinde "Sakın sakatlanmayın" ve "aman kart görmeyin" dışında "sen şurada oyna, sen bunu yap, sen de onu tut" diyecek hali yok Bülent Korkmaz'ın. İşin zor tarafı başlama düdüğü çaldığı anda turu atlamış olmasında gizliydi. Gidecek adamı var ama gitse gerisi sorun. Geriyi tutmaya kalksa ortadan adam çekecek defansif anlayışa; ki, o da "üstüme gel benim gelecek halim yok" anlamına gelir. Maç başladığında "üçlü defans gibi ve tek forvetimsi" bir oyundan başka şansı varmış gibi hocayı sorgulayanları bir kenara bırakıyorum. Serkan Kurtuluş'un koruduğu, ya da koruyamadığı sağ kanadımızda Pitroipa cirit oynuyor. Sabri arkayı kollayamıyor ve oradan sallanıyoruz. Lincoln ise başına dikilen bir deve nedeniyle nefes bile alamıyor. İlk çeyreğin ardından presi yiyince kalınlaşan rakibe oyuna geç ısınan sağ kanadımızla ağırlığı şu kadroyla bile hissettirdiğimiz zamanlarda müthiş bir enerjiyle oynayan Sabri'nin yanlış seçimleri nedeniyle boş dönüyoruz. Tam üstümüzde yakaladığımız anda da penaltıyı buluyoruz. Bu aslında tek yerden geldiğimiz pozisyondu. Golü bulan da "ihtiyaç anında kullanılacak" yaftası ile oynayan liberomuzdu. İkinci yarı yine "muhteşem Arda" resitaliyle başladı. Tam 8 pasın ardından yerden geldiğimiz ikinci atakta ikinci golü Baros'un "çıldırtan" gol vuruşu ile bulduk. Bir an dağılıyoruz ve maça ortak oldukları gibi neredeyse turu koparmak üzereler. Savunmadan çıkarken doğru yere çıkamıyoruz da ondan. Sonra aynısından bir tane daha. Bordeaux mucizesi gerekiyor anlaşılan. Turşusu çıkmış ve kolu kanadı kırık bir takımın da onu yapası yok. İmkansızı zorlayarak tamamlıyoruz maçı ve hayalleri gömüyoruz...