Bülent Oran, "Ben daktilo ile yazı yazamam. Geçerim yatak odasına. Otururum yatağın üzerine, açarım radyoyu ve elime kağıt kalem alır başlarım yazmaya. Sonra veririm, daktiloya çekerler" diyor. Oran''ın bu konudaki görüşleri şöyle... Yıllar ne çabuk geçmiş bilmiyorum ama şöyle gerip dönüp baktığımda ortaya 1000''in üzerinde senaryo çıkmış. İsim isim saymaya kalksam mümkün değil. Ama yıllar içerisinde kendiliğinden ulaştık bu sayıya. Nasıl başladınız? Ben aslında yazarlığa, 1943 yılında mizahi hikaye ve roman yazarak başladım. Mizah yazmak çok zor bir iş olmasına rağmen bu konuda oldukça beğenilmiştim. Mizahı bırakıp filmciliğe girdiğim 1949 yılından itibaren senaryo çıktı önüme. Senaryo yazmak ayıp gibi geliyordu bana. Bir mizah hikayecisine yakışmaz diye düşünüyordum. Bu yüzden başkasının isimlerini koyduruyordum senaryolara. Sonra baktım ki filmler iş yapıyor. Senaryoları da başkasına yazdırıyorlar. Yaşamak için para lazım. İmzamı attım senaryomun altına. O günden bugüne de atıyorum. Senaryo yazmak yıllar boyunca bende öyle bir hal aldı ki, nefes almak gibi bir şey oldu benim için. İç içe beş senaryoya çalışırdım. Hatta bir günde bitirdiğim, telefonda yazdırdığım senaryom bile var. Bu işin sırrı ne? Daha hızlı yazabilmek için usuller buldum. Mesela bu kalemlerin ucunu pamuklara sarıyorum. Parmağım daha az yoruluyor. Sonra çok ufak harflerle ve kısa satırlarla yazarım. Çünkü eli, buradan buraya götürdüğünüz zaman kol yoruluyor. Bir de düz yazmak yerine eğik yazarsanız daha kolay yazarsınız. Sinemanın dünü bugünü Türk sinemasında şablonlar hâlâ şartlar değişmedi. Aslında zamanın ekonomik durumuna bağlı bir şey bu. Örneğin enflasyonun hızı arttıkça, "ah"lı "of"lu fimler, dertli şarkılar ortaya çıkıyor. Ya da bunun tam aksi oluyor. Pişman değilim Bugüne kadar yaşadığım hiçbir olaydan dolayı pişman olmadım. Ben dini vecibeleri tam yaşayamıyorum ama, sağlam bir inancım vardır. O bakımdan yaşananlardan dolayı pişman olmayı da inancım gereği lüzumsuz görüyorum. Takdir neyse o olmuş diyorum. Bülent Oran''dan bir hatıra: "Nasıl artist olduk?" Senaryoculuk biraz da hayal gücüdür. Daha beş altı yaşlarındayken, eve gelen annemin misafiri genç hanımların şen kahkahaları, tavırları beni etkilerdi. Gece yatağa yatar yatmaz saatlerce onlar için hikayeler uydururdum. Bu hikayelerde hoşuma giden genç kadınları kötü adamlar kaçırırlar, sonra da ben ne yapar eder, onları bir uçurumun kenarından kurtarırdım. Kan ter içinde sabahlara kadar böyle hayal kurduğum olmuştur. Sinema tutkunluğu başladı daha sonra. Okuldan kaçar sinemaya giderdim. Sinemaya gitmek ve tahin helvası yemek benim için vazgeçilmez iki tatdı. Bıçkın gençlik yıllarımda da arkadaşım Sırrı ile birlikte artist olmaya niyetlendik. Ama çok içine kapanık biriydim. O yıllar Şişli Camii''nin bitişiğinde Halil Kamil Film Stüdyosu vardı. Söylentilere bakılırsa oraya başvurdunuz mu artistlik kapıları size açılırdı. Oysa ikimizin parası da Bakırköy''den ancak Yedikule''ye kadar yetiyordu. Oradan Şişli''ye yaya olarak gittik. Ben utancımdan içeri girmedim. Dışarıda Sırrı''yı bekledim. Biraz sonra sevinç içinde dışarı çıktı Sırrı: -Oldu bu iş -Ne yapmamız gerekiyor? -Birer fotoğraf verdik mi tamam. Okul kasketli vesikalık fotoğraflarımızı bıraktık ve sevinç içinde Bakırköy''e döndük. Sonrasını biliyorsunuz. Ben de, Sırrı Gültekin de iki Yeşilçam''lı olduk. Sırrı da Yeşilçam''ın meşhur yönetmenlerindendir. Gençlik ve gelecek Bugün, düne oranla herşey çok gelişti. Teknik ilerledi. İmkanlar çoğaldı. Ama örf adet gelenek dediğimiz ahlaki kurallar birer birer unutulup gitti. Bizim zamanımızda çok şey, şimdiki kadar ileri değildi ama huzur vardı, mutluluk vardı. Ahlaki normlar hakimdi. Şimdi ne büyüğün küçüğe sevgisi, ne küçüğün büyüğe saygısı kaldı. O bakımdan diyorum ki, herşey var ama huzur yok. Gençlik bugün bu yorumumuza gülüp geçebilir ama, onlara şöyle cevap verebilirim. Eğer siz o günlerdeki mutluluğu bir damla olsa tatsaydınız, bugün saçma sandığınız birçok ahlaki normu bizzat yaşamak için yarışırdınız.

