Isparta''dan "Asiye" rumuzuyla yazan hanım okuyucumuzun hatırası, bir aile içi geçimsizliği konu alıyor. Biz ailenin durumunu bilmiyor, sadece okuyucumuzun anlattığı kadarını kaleme alıyoruz... "Onaltı yıllık evliyim. Bu evlilikten de bir kızım var. Eşim ile de çok mutluyum. Çok şükür evlendiğimiz andan bugüne kadar dişimizle tırnağımızla çalıştık çabaladık ve iyi kötü başımızı sokacak bir ev, tenceremizi kaynatacak bir gelir sahibi olduk. Ama benim derdim, hayatı burnumuzdan getiren eşimin ailesi. Diyeceksiniz ki, "Canım gelin kaynana arasında ufak tefek kavgalar, kırgınlıklar olur..." Ah keşke benimki de o kadar olsaydı. Hayır hayır... Bizimkiler bize kaynanalık değil, düşmanlık yapıyorlar. Bize destek olacaklarına köstek oluyorlar. Esasına bakarsanız, eşimin ailesi beni ta ilk başından istemedi. Sebebine gelince; benim bir ayağım sakat. Sanki ben kendim istemişim sakat olmayı... Ne yapalım takdir böyleymiş... Eşim ise, beni bu halimle kabul ediyordu. Daha o günden başladı eşimle ailesi arasındaki ayrılık. Bir kuruş yardım etmediler oğullarına. Biz de "Ne yapalım?" deyip, iğreti gelinlikle, düğünsüz, takısız, eşyasız evlendik. Ama yine de insanlığımı elimden bırakmayıp, iğreti de olsa, gelinliğimle gidip ellerini öpmek istedim. Ama ne gariptir ki, el öpmeye gittiğimiz gün, eşimin anası da babası da birden bire hastalanıverdiler. Hasta insanın yanında ne yapılır ki? Geçmiş olsun deyip ellerini öptükten sonra boynumuzu büküp çıktık. Aslında kibar bir şekilde protesto edilmiştik. Evliliğimizden iki ay sonra eşim askere gitti. Normalde kayınpederlerimde kalıp, eşimi beklemem gerekirken, sahipsizliğim sebebiyle kendi ailemin yanına sığındım. Bu zaman zarfında, "Bizim bir gelinimiz var" diye, beni bir kerecik arayıp sormadıkları gibi, bir de eşime yalan yanlış mektuplar yazarak eşimle beni ayırmaya çalıştılar. Eşim askerden döndükten sonra yine kiralık bir ev tuttuk. O garsonluk yapıyor, ben de el işi dantel örerek evin geçimine katkıda bulunuyordum. Daha sonra bir devlet dairesine memur olarak girdi eşim. Kendi evimizde, huzur ve mutluluğa erdiğimiz halde, insanlık icabı ana babasının ziyaretine gittiğimizde bu sevincimizi burnumuzdan getirmeyi her defasında başarıyorlardı. Sırf bana inat olsun diye görümcem ve çocuklarına ilgi gösterilir, onlarla benim çocuklarım arasında ayırımcılık yaparlardı. Bayramlarda seyranlarda ziyaretlerine gittiğimizde, yiyecekler içecekler köşe bucak saklanır, benim çocuklarıma beş kuruşluk birşey alınmaz, görümcemin çocuklarına alınırdı. Hastalandıkları veya bir işleri olduğu zaman da bize telefon ederlerdi. Görümcem, kaynıma kaçtığı halde, onun her şeyini iğneden ipliğe yaptılar da, benim ayağım sakat diye bana bir çöp dahi almadılar. Bana topal dediler. Kocamdan ayırmaya çalıştılar. Ayıramayınca da, beni sevip sayıyor diye evlatlarını da sevmemeye başladılar. Ama çok şükür 16 senede kendimizi toparladık. Alın terimizle emeğimizle başka işler de yaparak imrenilecek duruma geldik. Bir de araba aldık. Bizim bu halimize çat diye çatlayacak hale geldiler. Abisi, bu durumu gururuna yediremeyip, daha eski model bir taksi almaya kalkıştı. Onu da eline yüzüne bulaştırdı. İşlemlerini beceremedi. Geldi eşime yalvardı: "İşlemlerimi tamamla, sana 5 milyon vereceğim" dedi. Ben eşimin bu işe karışmasını istemedim. Ama yine de yaptı. Ve ağabeyinden söz verilen parayı istedi. Ama ağabeyi para verir mi? Bunun üzerine eşim durumu babasına söylemiş. Ağabeyini şikayet etmiş. Gel gör ki, babası ağabeyine tembihte bulunacağı yerde, eşimi dövmüş. Eşim ağlayarak kapıyı çekip çıkmış. Dayak acısı geçer ama gönül yarası geçmez. Telefon açtım ve ağzıma geleni saydım. Ne fayda, eşim çok yıkılmıştı. Bir hiç uğruna ağabeyinden ve babasından dayak yemesi onu yıkmaya yetmişti. Tabii ki çocuklarımı da beni de. Böyle ana baba olur mu? Ne suçumuz var bizim? İnsanlık yaptığımız, sevgi şefkat gösterdiğimiz için mi suçluyuz? Suçumuz her yapılana susmak mı?.. Suçumuz sakat olmak mı?

