İstanbul''dan Hakan Yaşar adlı okuyucunun başından geçenler, günümüzde binlerce genci ilgilendiren ve karar verirken düşünmesini gerektiren olaylardan yalnızca bir tanesi... "32 yaşında bir Türk genciyim. Aynı zamanda da bir çocuk babasıyım. Oğlumun adı da İsmail. O da Türk evladı. Şimdi soracaksınız: -İyi de ne olmuş yani. Herkes Türk evladı herkesin oğlu veya kızı var. İşte benim farklılığım burada başlıyor. Oğlum İsmail 3 yaşında güzel bir çocuk. Alımlı, endamlı bir çiçek. Oğlumla ilgili duygularım zaten bana bu satırları yazdırıyor. Çünkü benim oğlum bir melez. Yani annesi Türk değil. Efendim ben 1996 yılında bir Musevi kızla evlendim. Ama evlenmem de bir olay... Eşimle, kısmete, kadere ve Allah''a olan inancım bu evlilikte vicdanen hiçbir soru işareti beslememe razı olmadı. "Kaderimde böyle yazılmış" dedim. Umutlandım, duacı oldum Allah''a. Çok zor şartlar altında evlendik. Çünkü Museviler tutucu, gururlu ve bir o kadar da milliyetçi insanlarmış. Ama biz kızlarıyla evlenmek zorundaydık. Daha doğrusu, bizim anladığımız şekliyle, bir namus, bir iffet, bir ar meselesi olmuştu evlenmemiz. Çünkü kızları benden hamile kalmıştı. İşte yaşadığım ve bir türlü inanamadığım olaylar... Eşimin ilk çıktığı erkektim ben... Evlenmeden önce geçirdiğimiz altı ay boyunca onunla neler paylaşmadık ki... Ona hayatın, yaşamanın ve var olmanın romantizme bulanmış en doyurucu günlerini yaşattım. Her sözünde bana minnettar kaldığını söylüyordu. Biz Türklerin sanıldığı kadar korkulan insanlar olmadığını anlamıştı. Tam tersine, sonuçları olumlu olacak bir anlam için, her şeyini vicdanı hür bir şekilde ortaya koymasını bilen, korumayı ve en önemlisi dini, dili, ırkı ne olursa olsun sevmeyi bilen insanlar olduğumuzu idrak etti, takdir etti. Oysa önceleri o hep korkutulmuştu... Aramızda inanç tartışması hiç olmadı. Milliyetçilik kavgası da hiç yapmadık. Çünkü ikimiz de birbirimizin ne olduğunu biliyorduk. Aramızda tek sorunumuz vardı. Onun, benimle evlenecek kadar beni sevip sevmediğini bilemiyordum. Bu bilinmezlik içinde bir insan olarak yapabildiğimi sandığım en büyük savaşımı verdim. Ne mi yaptım? Ona bilmediği kendi dinini öğrettim, bildiğim kadarıyla. Böylece yaşadığıyla yapması istenen arasında bir köprüde askıda kaldı. Şimdi ne o benden vazgeçiyordu ne de ben ondan. Öyleyse aramızdaki ilişki ne olacaktı? Köprünün bir tarafında özgür ve yaşanması gerek olduğuna inandığı hiç de tanımadığı bir İsrail ülkesi diğer tarafta öylece asılı kaldı. O İsrail ülkesi ki, ona göre hiçbir şeyin kınanmadığı bir ülkeydi. Çünkü o bağımlı yaşamak taraftarı değildi, beni sevip sevmediğini anlaması için İsrail''e gitmeli ve orada benden gayrısını yaşamalı böylece bana bir isim vermeliydi. Düşünün bir kere; bir insan olarak, seven bir insan olarak sevdiğiniz insandan duyabileceğiniz en onur kırıcı şeydi bu. Kulaklarım duyuyordu ama yüreğim hiç duymadı. Çünkü vicdanım rahattı ve en önemlisi onu bütün içtenliğimle seviyordum. İsrail''e gidecekti. Şimdi İsrail''i konuşuyor ve orada neler olabilir onları konuşuyordu. 1995 yılı 31 Aralık''tı. Yılbaşı. O son vedada benden hamile kalmıştı. Bu durum onun bütün dünyasını alt üst eden bir kâbus gibi üzerine çökmüştü. Kürtaj olmak istediğini söyledi. Çünkü böyle bir evliliği yapamazdı o! Çünkü hayatı üzerine kurduğu planlarda bu kadar erken bir evlilik yoktu. Çocuk yoktu! Çıldırmıştı. Bunu kasıtlı yapmakla suçladı beni. Oysa ne benim böyle bir niyetim vardı. Ne de aklımın ucundan herhangi bir niyet geçmişti. Günlerce onu ikna etmeye çalıştım. Ama olmadı. O ne çocuğu ne de evliliği istiyordu. -Hayır, bundan sonra senin dediklerine göre hareket etmeyeceğim? -Ya ne yapacaksın? -Aldıracağım çocuğu. Çünkü ben evlenmeye hazır hissetmiyorum kendimi. Hele bu yaşta çocuk hiç istemiyorum. Çaresizdik. Ağlaya ağlaya bir jinekoloğa gittik. Bebek bir buçuk aylıktı. Doktor, eşimin zayıf bir bedene sahip olması nedeniyle narkozda bir sorun olabilir endişesini anlattı. Doktorun söylediklerini annesine anlattım. Evhamlı bir kadındı. Beni istemiyordu ama kızının da hayatını düşünüyordu. Şimdi ne olacaktı? Devamı yarın

