Diğer öğünleri bilmem ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi var demişler. İlk sofra şehirde balkon sefası. Sen masada kahvaltını yaparken trafik, korna sesi, insan hareketliliğiyle şehir yanı başındadır.
Bir diğer kahvaltı sofrası ise bahçede balkon sefası. Yine balkona bu sefer yer sofrası kurulmuş. Sofrada çeşitli kahvaltılıklar ve çay. Can çekmesin diye zikretmeyelim, siz hayalinizi kendinize göre canlandırın. Yine uzaktan gelen araba sesleri, kuş cıvıltıları, yemyeşil ağaçlar ve koyu bir sohbet. Bu sofrada kahvaltının bir sonrası biraz doğa yürüyüşü ya da mahallede bir tur atmaktır... İyi gelir.
Dışarıdan gelen inek ve koyun sesleri muhtemelen yaylaya çıkıyorlar. Boyunlarındaki tongurdak (çan) sesleri ve hayvanların arkasından bağıran çoban. İçeriye doğru kokan tezek kokusu. Dışarıda oyun oynayan çocukların sesi. Sofrada konuşulan konu köyün sorunları, çiftçilerin sorunları ve muhtarın icraatları.
Bir de yolculuk esnasında yapılan kahvaltılar var. Eğer maddi durumunuz iyiyse nezih bir dinlenme tesisinde katmer, kahvaltılıklar ve çay iyi gider. Siz kahvaltınızı yaparken vale arkadaşlar arabanızla ilgilenir. Bu tür mekânlara genellikle aile ile gelinir. Yani otobüsler ve kamyonlar pek tercih etmez...
Son olarak ta sabah erken çıkılan yolculukta kahvaltı nasıl olur, onu anlatalım. O saatlerde sadece çorbacı ve simit fırınları açıktır. Bir çorbacıya gidilir ve çorba söylenir. Kahvaltı çorbadan ibarettir. Günün ilk kahvaltısıdır. Bayağı bir yol katedildikten sonra saat 11 gibi yeniden acıkılır. O saatlerde genellikle “yolculukta yeriz” diye yapılan çörek ve poğaçalar yenilir. Arabadaki karton bardaklarla da termos çayı içilir...
İşte memleketten kahvaltı manzaraları...
Abdullah Karakoç
ŞİİR
Bir gün
Dünya bu, verilen imkân ile yaşıyorsun,
Bazen geziyor, tozuyor ve taşıyorsun,
İstediğin gibi eylenip geziyorsun,
Alnından tutup süründürürler bir gün.
Garibe dokunup onu kırmaya çalışma,
Sesi çıkmaz diye ezmeye kalkışma,
Yüreğini yakıp acılarına sancı katma,
Kalbini söküp cesedini çöpe atarlar bir gün.
Makamım, mevkiim var deyip caka satma,
Zenginsin diye istediğini yaparsın sanma,
Her gördüğün serçeye sapan alıp taş atma,
Pılını pırtını sıfırlayıp bir torbaya koyarlar bir gün.
İnsanlar kölen değil haksız azarlama,
Gönüllerine nar korlar atıp sızlatma,
Gözlerinden kanlı yaşları akıtma,
Dilin lâl olur, konuşmaz olursun bir gün.
Bel’am-ı Baura vardı, güvendi ilmine şanına,
Karun geçti dünyadan, erişilmiyordu malına,
Nice eteklerini sürüyenler çıkamadı yarına,
Tahta sandığa koyup, omuzlarda taşırlar bir gün.
Abdülhakim Birol Tuncer
ALTIN ELBİSELİ ADAM: Kazakistan'ın Almatı şehrinin 50 km doğusunda, 1969 yılında tesadüfen bulunmuştur. MÖ 5. yüzyıla ait bir İskit (Saka) prensine ait olduğu tahmin edilen, altın levhalardan oluşan bir zırh ve elbisedir. Kazakistan Tarih, Etnografi ve Arkeoloji Enstitüsü'nce incelenmiştir. Elbise, V yakalı kısa kaftan, dar süvari pantolonu, yumuşak kısa çizme ve sivri başlık gibi İskit geleneklerine de uygun parçalardan meydana gelir.
İncelemede elbisede her biri 2 veya 3 cm boyutunda minik minik yaklaşık 4.000'den fazla altın levha hâlinde at, kaplan, geyik, kurt, dağ keçisi, aslan ve yırtıcı kuş figürleri yer almıştır.
Levhalar da iplik hâlindeki altın iplerle üst üste dikilmiştir. Belde 16 büyük levhalı kemer, altın kınlı kama bulunur. Üzerindeki yazılar Türkçeye benzer özellikler taşır. Eser 2019'da Ankara'da 2 hafta sergilenmiş şu an Kazakistan'da korunmaktadır. Müzelerde "Altın Elbiseli Adam" olarak anılır.
Yetenekli Kalemler'de önceki yazılar...