Bazı sorular vardır cevabını hiçbir kitapta bulamazsınız. Bazı soruların cevabı kitaplara, sayfalara sığmaz. Cevabı bulmak için insanların vicdanına, ruhuna dokunmak gerekir.
Bazen aradığımız cevap mürekkepte yazıda değil aslında, niyetin ta kendisinde.
Bir beyaz kâğıda kelimeleri aktarmadan önce kalemi mi yıkamalıyız yoksa kalbimizi mi? Bugün yazıların çoğunu okuduğumuzda, sanki suya sabuna dokunmasın diye kılı kırk yarıyorlar. Kimseye dokunmayan, kimseyi incitmeyen, kimseyi uyandırmayan cümleler… Oysa yazının asıl işi biraz suya, biraz sabuna, biraz da yaralara dokunmak değil mi? Dokunmadığı zaman, kelimeler steril bir fanusta boğuluyor; kâğıtlar kuru, harfler yorgun kalıyor. Belki de abdest temizliğiyle ilgili benzettiğimiz şey, sadece ellerin değil, yüreğin yıkanmadan yazdığı yazıdır. Kalemi, kelimeleri suyla sabunla temizleyemeyiz ama vicdanımızı gözyaşlarımızla yıkayabiliriz. Gözyaşlarıyla yazılmayan yazı abdestsiz gibidir. Yazar için bazen hakikate karşı sorumluluk, bazen haksızlık karşısında sessiz kalmamaktır. Gerçek yazı, elin değil, ruhun titremesidir.
Yazının abdesti kalemin; hakkı, adaleti savunmasıdır, görmezden gelinenin sesini duyurmasıdır, bir çocuğun gözyaşını silmesi, bir annenin duasına tercüman olmasıdır. Abdestsiz yazılar belki vardır ama vicdansız yazı olmamalıdır. Çünkü yazının kirlendiği yer, ellerin değil, yüreğin kirlendiği yerdir.
Bugün kitap sayfalarını, köşebaşlarını dolduran nice yazı var. Parıltılı cümleler, kaygan kelimeler… Fakat hemen hepsi sabun kokar ama suyun ferahlığını taşımaz. Elimizi vicdanımıza koyup, sormamız gerekir: Eğer bir yazı, insanın yarasına merhem olmuyorsa, bir yetimin yüreğine dokunmuyorsa, mazlumun çığlığını duymuyorsa; o yazının ne kıymeti var? Vicdanın kirli olduğu yerde kelimeler hiçbir zaman berrak akmaz.
Ahmet Özdemir
ŞİİR
Ama hangi kalp?
Hidayetle buluşan kalp,
Suyun,
Verimli toprakla buluşması gibi...
Güzel ürün verir.
Salih amel üretir...
Dalalette kalan kalp,
Kıraç toprak gibi...
Kötü ürün verir.
Bozgunculuk üretir...
Ey insan!
İşlediğin günah ve zulüm yüzünden,
Kalbin taştan bile daha kaskatı
Kesiliyor...
Oysa öyle taşlar var ki
Allah korkusuyla
Aşağıya yuvarlanıyor…
Nice taşlar var ki
Bağrından ırmaklar fışkırıyor.
Öyle taşlar var ki yarılıyor,
İçinden pınarlar akıyor...
Şair Hasan Kaya-Antalya
ALİ KUŞÇU: Timurlular Sultanlarından Uluğ Beyin öldürülmesinden sonra Semerkant Medresesindeki dersleri ile rasathanedeki çalışmalarına son vererek Semerkant’tan ayrılıp Tebriz’e, bir müddet sonra da Uzun Hasan’ın elçisi olarak İstanbul’a geldi. Fatih Sultan Mehmed Han, onun değerli bir ilim adamı olduğunu kısa bir görüşmeden sonra anladı ve ondan Osmanlı Devleti hizmetine girmesini rica etti. Bu teklif üzerine Ali Kuşçu elçilik vazifesini tamamladıktan sonra tekrar İstanbul’a geldi. İlim adamlarına çok büyük ilgi ve hürmet gösteren Fatih Sultan Mehmed, Ali Kuşçu’ya bu ikinci yolculuğu sırasında her konak menzili için bir altın hediye vermiştir. Ali Kuşçu İstanbul’a geldikten sonra, Ayasofya Medresesine müderris tayin edildi. Fatih, Ali Kuşçu’ya bu görevi yanında kendi hususi kütüphanesinin müdürlük vazifesini de verdi. İstanbul medreselerinde astronomi ve matematik ilimlerinde Ali Kuşçu’nun çalışmaları neticesinde büyük gelişmeler görüldü. Ali Kuşçu 1474’te İstanbul’da vefat etti. Eyyub Sultan Kabristanına defnedildi.
Yetenekli Kalemler'de önceki yazılar...