Manen nasıl hissettirdiğimizi es geçip maddeten nasıl göründüğümüzü gereksiz şekilde önemsemiyor muyuz?
Ne yazık ki “Ye kürküm ye” sözünü boş yere söylememiş Nasrettin Hocamız. Suret maalesef ki başrolde olmuş her devirde ama bugün yaşıyor olsaydı belki de “ye koltuğum, ye halım; ye masam” falan da diyebilirdi kim bilir?
Ama yani “tişörtümü pantolonun içine mi soksam daha şık?”, “Bu elbiseyle kabanım kombin oldu mu?”, “Ayakkabım çantama pek bu uydu! “Ya üzgünüm ama kimin tişörtünün, eteğinin ahval ve şeraiti kimin umurunda olmalı aslında…
“Koltuklarım ve perdelerim uyumsuz kaldı”, “Zigonum berjerime yakışmadı”, “Halılarım da pek demode” Kusura bakmayın ama dertlere bakın…
Eskiden kullanılmayacak hâle gelince bile bahçeye koyulup kullanılmaya çalışılan eşyalar, ahenklerin mağduru geziniyorlar…
Kiminle bluzu yamuk diye sohbeti mi keseyim? Kim beni dekoratif sandalyede oturtmadı diye ona küseyim? İnsan dediğin bu kadar materyalist bir hayatı nasıl sürdürebilir? Asıl kıymetli olan kalp ve ruh sinmiş bir köşeye seyreyliyorlar şu dünyayı iç çekerek… Bazen üzülüp bazen küçümseyerek…
Gönüller bir olmuyor işte böyle, her yer kuru samanlık… Gülümseyen bir çift göz var mı sana bakan? Kalbine dokunan ince bir huzur var mı? Bunlar değil mi önemli olan?
Kırık sandalyenin boşta kalan ayağına kütük koyup koyu muhabbetler eden bir nesil değil miydi bizim dedelerimiz? Hangi ninemiz, şalvarının çiçek deseni soluk diye dostuna yüz çevirmiş?
Kusur bulanlarla, kusur buldurmamaya çalışanların dünyası olmadı mı dünyamız? Cümle âlem bir telaşta ve yarışta… Tüm bunlarla yoğrulmak ve yorulmak yersiz kalmıyor mu; şu günleri hıphızlı geçen ahir zamanda…
Tuğba Uysal Karaca
ŞİİR
Yağmurun içtiği çay!
İstanbul'da bir Erzurum Sokağı,
Eminin ocağında.
Bir eylül sabahı,
Bıyıkları sararmış amcalar,
Şifa kokulu çay ve
Dışarda yağmur sesi.
Ruhumun huzura boğulduğu yeri,
Eminin ocağında.
Bir yaprak hışırtısı,
O perşembe salaları,
Yanık sesler ve bir matem havası.
Bastonu kayan ihtiyarlar,
Kasvetli havanın dumanında
Tütün sararlar.
Eminin ocağında,
Oturmuş yağmur sayıyorum.
Rüzgâr, ağustostan kalmış
Takvim yapraklarını düşürüyor.
Eminin ocağında oturmuş
Kendime bakıyorum.
Şeker kapları kirli,
Bardakların altını dem tutmuş,
Dadaş dostların,
Kıtlama şekerine mecbur kalıyorum.
Yağmur kokusu sinmiş
Ceketlerini alıp,
Bir yaz boyu boş kalmış
Askılara asıyorum.
Eylüle bakıyorum,
Boşa sarf edilen sözlere
Karışmış tesbih sesleri.
Bacasından duman tüten,
Erzurum Sokağı'nın evleri.
Bir eylül sabahı,
Ben yine seni sayıklıyorum,
Emin'in ocağında.
Şifa kokulu çaya sen düşüyorsun,
Yağmurun içtiği çaya sen düşüyorsun,
İçmeye kıyamıyorum...
Mehmet Emin Gülicem
SULTAN İBRAHİM: Osmanlı padişahlarının on sekizincisi ve İslâm halifelerinin seksen üçüncüsü. Birinci Ahmed Hanın oğlu olup 1615 yılında doğdu. Bu adı taşıyan tek Osmanlı hükümdarıdır. Ağabeyi Dördüncü Murad’ın ölümünde, hayatta kalan tek Osmanlı şehzâdesiydi. Sultan İbrahim, çok cömert ve lütufkâr olup fakirlere, âcizlere ihsanlarda bulunurdu. Devrinde mâliye düzeltilip milletin kıtlık çekmemesi ve israfın önlenmesi için fermanlar çıkarıldı. Beylerin zalim olmaması ve halka zulüm yapmaması için çok dikkat ederdi. Halka zulüm yapan ister idareci ister halktan bir kişi olsun onunla mücadele eder ve cezasını şiddetle verirdi.
Halkın rahat ve huzurunu her şeyin üzerinde tutardı. Bir gün tebdil-i kıyafetle gezerken fırın önünde ekmek almak için uzun kuyruklar meydana geldiğini gördü. Saraya döner dönmez sadrazama “Halkımdan hiç birisinin ekmek almak için bir dakika dahi beklemesine rızam yoktur. Bir hoşça mukayyet olasın!” diye emretmiştir. Bundan sonra da kuyruklar olmamıştır.
Yetenekli Kalemler'de önceki yazılar...