Gözyaşlarına hâkim olamadı. O ağladı, ihtiyarlar ağladı…

A -
A +
Nene’nin eli ayağı titriyordu. Büyüklerinin kederli hâli, onun ince ruhunu daha bir inceltmişti.
 
 
Nene, bazen mâni söylüyor, bazen ninni, kimi zaman türkü mırıldanıyor, bazen de eri karşısındaymış gibi kendi kendine konuşuyordu. “Biliyor musun Mehmet’im? Eksik kalan bir hayatın parçası olmuşum, sen yokken mümkünü yok tamamlayamam, yaşasam da öyle yarım yaşarım. ‘Allah'a ısmarladık, elveda' dediğinden beri hep ağlıyorum içimden. Sensizlik zor olacağa benziyor! Bir elmanın yarısı sendin diğer yarısı ben. Ancak ikimiz bir bütün olabiliyorduk. Şimdi yarım yamalak ne yapacağım ey sevgili yârim?"
Nazım doğunca ne de mutlu olmuşlardı. Ebe kadın tarafından kundak erine uzatılınca sevinçle bakışmış, göz kırpıştırmışlardı…
        ***
Bu gece, Erzurum’a hicret edişlerinin ilki... Yükler, tam yerleştirilememişti. Soğuk odada beşiğin başında yaşlar döktü. Biraz heyecandan, biraz endişelerinden dolayı gözlerine uyku girmiyordu. Zaten kaç gündür de şöyle doya doya uyuyamamıştı. Göz kapakları sanki ağaç kesilmişti, hiç kapanmaya niyeti yoktu. Nazım ağladığı için değil, bu tazenin akıbetinin ne olacağını düşünmekten dolayıydı. Uzun göç yolculuğu, birçok yükün ve insanın küçük bir eve sığdırılma telaşı, askere gidenlerin meçhul akıbetleri, Ermeni azgınlığı, Rusların; ha geldi, gelecek haberleri… Bütün bunlar olurken küçük Nazım ise derme çatma iple tavana bağlanmış beşikte; dünyadan habersiz, masumane uyuyordu. Düşmemesi ve erinden yadigâr yavrusunun incinmemesi için gözü hep onun üzerindeydi.
Yine sayıklar gibiydi; "Size, ‘ağladım' diyemeyeceğim. Oturduğum yerde başımı ellerimin arasına alıp hıçkırarak yaş döktüm. Aslında bizi bu hâle getirenlere kinimi, hıncımı, nefretimi, biraz da korkularımı döktüm ama bitmedi ki" deyip ağlıyordu sessiz sessiz. Bulunduğu ruh hâlinin ağırlığını kaldıramadığını sanıyordu. Ne zamandır konuşulan özlemi, çekilen hasreti, duyulan acıları kusmuştu. Belki de bütün dertlerini, tasalarını bu küçücük odada bırakmak istiyordu da söyleyemiyordu. Geç saatlerde anacığı, kayınvalidesi geldi yanına, onun hâlâ bir eli beşikteydi. Biraz başını kaldırıp baktığında yaşlı babacığı, bebeği kucağına almış gülümsüyordu.
Nene’nin eli ayağı titriyordu. Büyüklerinin kederli hâli, onun ince ruhunu daha bir inceltmişti. Artık bu işin gizlisi saklısı kalmamıştı, gözyaşlarına hâkim olamadı, sel oldu aktı. O ağladı, ihtiyarlar da…
Tecrübeli insanların hâli başkaydı. Erinin gönüllü askere yazılmaya gidip dönmemesine yorum yapılmadı, bu mevzu üzerine hiç gidilmedi. Neden sonra biraz sakinleşince biricik evladını kucağına aldı.  Mehmet Abdullah’ının o manalı bakışı, yüzündeki saf ifadesi beynine kazınmıştı. Nazım’ı, her şeyiyle onu hatırlatıyordu. İşte gözünün önünde; ağzı, burnu, saçları hep babasıydı. Birkaç haftalık küçücük bir bebek… uyuyuverdi ana sıcaklığını hisseder hissetmez…
Kimse herhangi bir şeye karar veremiyordu. Bebeğe baktı, ağladı ve güldü ve hiç konuşmadılar da. Gece boyunca birbirinin yüzüne buruk bir tebessümle baktılar sadece. DEVAMI YARIN
 
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.