Son günlerde Avrupa Parlamentosu Türkiye Raportörü Nacho Sanchez Amor’un Silivri Cezaevi’ne kadar gelip tutuklu Ekrem İmamoğlu’nu ziyaret etmesi ve oradan Türkiye’ye dönük mesajlar vermesi, aslında salt bir “dayanışma” gösterisi ya da klasik Avrupa eleştirisi değildir. Bunun ardında, siyasal iletişim açısından çok daha ince dokunmuş, bilinçli bir algı inşası ve uluslararası kamuoyunu şekillendirme çabası yatıyor. Çünkü Amor’un kullandığı dil, özellikle “Türkiye’nin AB’deki geleceği Silivri Cezaevi’nde başlıyor” gibi ifadeler, yalnızca bir hukuki süreçten değil, Cumhurbaşkanlığı makamının ve Türkiye Cumhuriyeti’nin doğrudan hedefe konulduğu çok yönlü bir uluslararası algı operasyonundan besleniyor.
Bu algı, kendiliğinden şekillenmiş bir kamuoyu refleksi değildir; tam tersine, içerideki belirli siyasi figürlerin, Ekrem İmamoğlu’nun çevresinde toplanmış örgütlü bir bilinçle Avrupa’ya taşınan, Avrupa üzerinden Türkiye’ye geri pompalanan bir iletişim şebekesinin ürünüdür. Yani mesele sadece Silivri değil, mesele Türkiye’nin uluslararası itibarını zedelemek, içerideki yargı süreçlerini tartışmalı hâle getirmek ve bu yolla Cumhurbaşkanlığı algısını doğrudan yıpratmaktır.
Biz, siyasal iletişimde “çift yönlü algı inşası” dediğimiz bir durumu yaşıyoruz: Bir tarafta Avrupa’ya, “Türkiye’de muhalifler susturuluyor” mesajı pompalanırken, diğer tarafta içeride “bakın dünya da Türkiye’yi eleştiriyor” algısı oluşturuluyor. Bu, basit bir eleştiri zinciri değil; organize ve bilinçli bir şebekenin hem içeride hem dışarıda algı zinciri kurmasıdır. İşte bu nedenle Nacho Sanchez Amor’un ziyareti, sadece bir parlamenterin raporu sunması ya da cezaevi ziyareti değil; Türkiye’nin seçim güvenliğine, yargı bağımsızlığına ve hatta Cumhurbaşkanlığı makamına dönük planlı bir algı operasyonunun önemli bir halkasıdır.
Türkiye’nin burada net bir refleks göstermesi gerekmektedir. Çünkü Avrupa’dan gelen bu açıklamalar, artık reform önerilerinden ya da demokratik hassasiyetlerden beslenmiyor; doğrudan Türkiye’nin iç siyasi aktörleriyle el ele vererek sokağa, medyaya ve uluslararası alana taşınan bir müdahale biçimine dönüşüyor. Ve burada unutmamamız gereken bir nokta var: Bu müdahale, Türkiye’nin sadece siyasi iktidarına değil, millî egemenliğine ve halkın iradesine yönelmiş bir tahakküm arayışıdır.
İçeride, Gezi kalkışmasında, 15 Temmuz darbe girişiminde ya da ideolojik sokak mobilizasyonlarında gördüğümüz şebekeler, bugün Avrupa üzerinden yeni bir kanal bulmuş durumda. İmamoğlu çevresindeki yapı, bunu yalnızca bir hukuki süreç değil, bir siyasi kampanya malzemesi, uluslararasılaşmış bir propaganda ağı olarak inşa etmeye çalışıyor. Bu yüzden Cumhurbaşkanlığı’nın hedefe konması, yalnızca iç siyasi rekabetin bir parçası değil, aynı zamanda Türkiye’nin devlet kapasitesini ve millî karar süreçlerini zayıflatmayı amaçlayan daha büyük bir tasarımın ürünü.
Türkiye’nin milliyetçi damarından baktığımızda, bu tablo kabul edilemezdir. Avrupa Birliği’nin, Türkiye’nin iç yargı süreçlerini merkeze koyarak ülkeye biçim verme çabası, aslında bir tür modern vesayet arayışıdır. Biz, vesayet sistemine karşı millî iradeyi savunan bir milletiz. Dün askerî vesayet, bugün uluslararası diplomatik vesayet; fark etmez. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, bağımsız karar alma yetkisini ne Brüksel’e ne de birtakım organize iç siyasi şebekelere teslim eder.
Cumhurbaşkanlığı algısı üzerinden Türkiye’ye yöneltilen bu yeni kuşatma denemesine karşı, Ankara’nın hem uluslararası diplomaside hem de iç kamuoyuna dönük söyleminde net bir çizgi çekmesi şarttır. Çünkü mesele, yalnızca bir siyasi figürün davası değil; mesele, Türkiye’nin egemenliği ve halkın iradesi üzerinde kurulan baskıya karşı devlet refleksinin güçlü kalıp kalmayacağıdır. Ve biz bu refleksi sadece bir iktidar savunusu değil, bir millî sorumluluk olarak görürüz.
Türkiye, AB ile diyaloğunu sürdürmeli, evet; ama aynı zamanda Avrupa’ya, içerideki yargı süreçlerimize doğrudan müdahale etme cüretinin bedelinin ağır olacağını da göstermelidir. Çünkü bu mesele, yalnızca diplomatik bir tartışma değil; Türkiye’nin bağımsızlığını, onurunu ve halkının seçim iradesini savunma meselesidir.
Unutmayalım: Türkiye’nin yargısı ve kamu düzeni, bir başka ülkenin onayına ya da bir Avrupa raportörünün kaprisine bağlı değildir. Türkiye, kendi istikbalini, geleceğini kendi tayin eden bir millettir ve bu yolda yürümeye devam edecektir; dün nasıl yürüdüyse, bugün de öyle...
Nur Tuğba Aktay'ın önceki yazıları...
Teşekkürler hanımefendi. Çok hassas bir konuyu dile getirmişsiniz. Yılmadan yorulmafan, aynı hassasiyetle konuya devam...